Hakk'ı İstersen Yürü İnsan'a Bak

- II - BİRİNCİ DEVRE MELAMETİLERİN DÜŞÜNCE, YAŞAM VE DAVRANIŞLARI.(Devamı)

 

 

9 - Şeyh Yusuf bin Hüseyin.

 

   Zunnun'u Mısrî'nin öğrencisi ve halifelerindendir.

O'nun tevhit yoluna girmesi bir aşk hikâyesinden ileri gelir. Bir gün bir kıza aşık olur, kız da kendini yusuf'a arzeder. Fakat o anda içine bir ilahi korku girdi. Kıza dokunamadı. Gece rüyasında Hz. Yusuf'u gördü. Hz. Yusuf tahtından inerek Yusuf bin Hüseyin'i kucakladı ve O'na:

   <<-Arap beyinin kızı kendini sana arz etti. Sen Allah korkusundan onu terk eyledin. Hak Teala hazretleri de buyurdu: Ya Yusuf. Sen öyle Yusuf'sun ki Züleyha sana kast eylemişti, sen benden korktun. O'na dilediğini vermedin. Şüphesiz seni <<urevundu>> Peygamberlerden kıldım. Yusuf bin Hüseyin dahi Arap kızını terk eyledi. Onun arzusunu terk ile benim rızamı istedi. İzzetim, celalim hakkıyçün ben de onu urevundu velilerden kıldım. Ve buyurdu ki; Her zamanın bir kutbu olur. Bu zamanın kutbu Zünnun-ı Mısrî'dir. Onun yanına git, sana ism-i âzam öğretsin>> dedi.

   Bundan sonra Yusuf bin Hüseyin eğitim ve terbiye için Mısrî'nin yanına gitti. Ondan ders aldı. Yusuf bin Hüseyin, Rey şehrinden gelmişti. Tekrar oraya döndü. Rey'de tevhid akidesiini yaymaya, halkı irşada başladı. Gece yatsı namazından sonra uyumaz, sabaha kadar ayak üstü dururdu.

   <<-Tevhid oldur, kim gönlünü öyle tuta ki heman Allah'ın huzurunda durur gibi ola. Her kim tevhid denizine düşe, susuzluğu kanmaya.  Zira susuzluğu da yine Haktan kaynar>> derdi.

   Sıdkıyetin zorluğuna işaret eder ve:

   <<-Sıddık nişanı ikidir; Gizli taat, gizli dostluk eylemek>> diye buyururdu.

   Dünya metaına önem vermez; nefsinin isteklerine daima sırt çevirirdi. Gelenlerin niyetini bilir, içten geçenleri okurdu.

   Ölüm saati yaklaşınca: <<-Yarabbi, senin halkına gücüm yettikçe Kavl ile, kendi nefsime de fiil ile nasihat eyledim. Benim nefsimin günahını halkın nasihatına bağışla..>> dedi ve ruhunu teslim etti.

   O öyle bir erdi ki, Allah'ın takdirine razı olur, hiç bir şeye itiraz etmezdi. Bu sebeple kendisi ŞEYH YUSUF BİN HÜSEYNÜRRAZİ diye anılırdı.

   Tam bir melâmi idi. Halktan kendini gizler, dışarıya karşı kusurlu ve kötü görünürdü. Buna ait güzel bir hikâye vardır.

   Nişaburlu bir bezirgân kendine yedi bin altına güzel bir cariye almıştı. Cariyesini kimseye emanet edemezdi. Onun için bir gün Şeyh Ebu Osman'ın katına geldi. Ve:

   <<-Ya şeyh ben gelinceyen kadar cariyem yanında kalsın>> diyerek emanet etti. Fakat Ebu Osman'ın gönlü cariyeye kaymıştı. Hemen şeyhine koştu. Şeyhi Ebu Hafs Haddad idi. Kendisine:

   <<-Rey'e git. Cariyeyi orada bulunan Yusuf bin Hüseyin'e teslim et.>> dedi. Ebu Osman şeyhinin emri üzerine Rey'e geldi. Yusuf'u sordu. Dediler ki:

   <<-Sen bir hoş sofisin, onu ne yapacaksın o zındık ve mülhiddir. Bunca kadınlar ve oğlanlar katında fesat vurup durur>> dediler.  Ebu Osman, geri dönüp şeyhine duyduklarını anlattı. Fakat Ebu Havs, söylenenleri önemsemedi. Şeyh Yusuf bin Hüseyin'in manevi yüceliğinden haberdardı. Dışa değil içe bakmak gerekti. Oyunun farkında olmanın rahatlığı ve emniyeti içinde, müridi ve halifesine:

   <<-Yusuf'u görmek gerektir>> diyerek kesin fikrini açıkladı. Ebu Osman'a tek şey kalıyordu geriye. Şeyhinin emrine itaat ederek tekrar Rey'e dönmek ve orada yüce veli Şeyh Yusuf bin Hüseyin'i bulmak... Ebu Osman da başka bir şey yapmadı. Geldiği gibi tekrar Rey şehrine gitti. Rey'e varınca ilk rastladığı kişiye Şeyh Yusuf'un evini sordu. Bu kerre evvelkisinden daha beter cevaplar aldı. Ne varki gözleri açıktı bu sefer. Halkın gözüyle değil, Hakk'ın gözüyle bakmasını öğrenmişti.

   Bütün itham ve sözlere rağmen ısrarla evi öğrenmekte direndi. Öğrendi de. Şeyh Yusuf'un evine geldiği zaman gerçekten bir hoştu, şüphesi kalmasa da bir endişe, avamın dilinden dökülen bir istihfamlı çizgi vardı içinde. Nitekim, haşmetli ve azametli bir pir önüne çıkacağını düşünürken çok sade bir oda da rint bir adamla karşılaşması gerçekten şaşırtıcı oldu. Çünkü Ebu Osman, evine geldiği Şeyh Yusuf'u, önünde bir güzel, yanında piyale ve badiye olduğu halde gördü. Ebu Osman, üstadının sözlerine itaat etmese bu manzara karşısında durmaz, dönerdi amma, çaresiz görüşmesi gerekti. Şeyh'e doğru ilerledi; selam verip karşısına oturdu. Şeyh Yusuf, misafirine hiç cevap vermedi. Bir süre onu seyretti. İçinden geçenleri elbetteki okuyordu. Bir an zikre ve tefekküre daldı. Öyle ki biraz sonra hikmetler söylüyor ve Ebu Osman büyük bir hayranlık içinde kendinden geçiyordu. Bu, öyle sıradan bir kişi değildi, Ebu Osman yanılmazdı. Karşısında yüce bir pir, devrin ulularından bir zat vardı. Şaşkınlığı geçmişti ama bu halin sırrını çözememşti. Sordu:

   <<-Ey Şeyh bu ne haldir ve ne şeydir ki sen edersin?>>

   O zaman Şeyh Yusuf gülümsedi. Ebu Yusuf'a yanındakileri göstererek: <<-Ey oğul bu oturan oğlumun oğludur. Ona Kur'an öğretirim. Gördüğün şu badiye ve piyale de komşumun... Kime gerekse su içirir.>> dedi. Ebu Osman'ın hayreti daha da artarak:

<< Ey Hoca billahi sen bunu niçin edersin? >> diyerek kendisini kötü göstermesine gerek olmadığını tekrarladı. O vakit Şeyh Yusuf şöyle dedi: <<-Onun için ederim ki, kimse bana inanışda katımda görklü feravüş (cariye) koymasın, ta ki, helâk olmayayım diye.>> Bu sözlerle Ebu Osman'a kerametini de izhar ediyor ve onun neden geldiğini bilmiş olduğunu da ihsas ediyordu. Ebu Osman, gönül sultanlarının himmetine mazhar olmuştu. Hemen şeyh'in ayağına düştü, dileği de yerine gelmiş oldu.

 

10 - Bayezîd-i Bistamî.

 

   İran'da Bistân şehrnde doğdu. Büyük babası Suruşan isimli bir zerdüşti iken ihtida ederek müslüman olmuştu. Bayezîd'in adı: Ebû yezid Tayfûr bin isa el-Bistâni'dir. Bistâniler üç kardeşti. Bunlar Âdem, Tayfur ve Ali olup Tayfur içlerinde zühd ve ibadette hepsinden ileri idi.

   Çocukluğu hakkında çok az şey biliniyor. Yalnız gençliğinde hanefi fıkhı ile uğraştığı biliniyor. Sonradan Ebû Ali el-Sindi ile tanışmış ve el-Sindi'den tevhid ilmini öğrenmiştir.

   Hayatı, Bistam'da tevazu içinde ve sessiz geçmiştir. Bir eser yazmamış ama vecd veistiğrak halinde söylediği sözler sonradan mecmualar halinde toplanmıştır.

   Öyle bir vecd halindeydi ki, bizzat kendi şahsiyetinden sıyrılarak ilâhi sıfatlara bürünüyor ve <<Subhâne ma'âazama şa'ni>> diye bağırıyordu. Kendi nefsini terbiye için yaptığı mücadele ve müşahadeyi şöyle anlatır:

   <<-Eğer bir kere samimi olarak ve kalp sâfiyeti ile, kelime-i tevhidi söylemeye muvaffak olsa idim, bundan sonra başka hiç bir şeye ehemmiyet vermezdim...On iki yıl benliğimin (nefsimin) demircisi ve beş yıl kalbimin aynası oldum.Sonra bir sene, kalbimle benliğim arasında dikkatle baktım ve belimde hâricî bir küfür zünnarı gördüm, on iki sene onu kesmek için çalıştım. Sonra baktım, bâtınımda da bir zünnar gördüm, beş sene onu kesmek yolu ile tefekküre çalıştım ve o koptu. Halk'a baktım, onları ölmüş gördüm ve onlar için tekbir getirdim.>>

   Bu şekilde yol alan, çile çeken, ilim ve irfan aşığı Bayezid yavaş yavaş vahdet deryasına dalar:

   <<-İlk vâsıl olduğum şey, Allah'ın vahadaniyeti idi ve ahadiyetten bir vücudu ve edebiyetten kanatları olan bir kuş oldum. Keyfiyet (kayfiya) havasında on sene uçmağa devam ettim; ondan yüz milyon defa daha büyük bir havaya ulaştım ve ezeliyet (azaliya) sâhasına vâsıl oluncaya kadar, uçtum ve oradan da ahadiyet ağacını gördüm.>>

   Ahadiyet ağacını gören ve bekabillah menzillerini aşan Bayazid'i Bistâmiye MARİFET'i ne ile bulduğu sorulunca:

   <<-Aç karın, çıplak bedenle>> cevabını verdi.

   Bistâmi'nin annesi hamile iken şüpheli bir şey yese, Bayazid ana rahminde, annesini tekmelerdi. Ve o annesine haram, yada şüpheli bir şey yedirtmezdi.

   Daha çocukken içine ilâhi ateş düşmüş, kendini Allah'a adamıştı. Bistâm'dan ayrılıp gezginci oldu. 113 şeyhe hizmet etti. Caferül sadık'a mürit olduktan bir süre sonra Sadık hazretleri:

   <<-Ya Bayezid, şu kitabı taktan indir>> dedi. Bayezid:

   <<-Hangi taktan?>> diye sordu.

   Caferül Sadık:

   <<-Bunca zamandır buradasın. Daha takı görmedin mi?>> dedi.

   Bayezid, üstadına bakıp şunları söyledi:

   <<-Ya şeyh, ben senin yanında taferrüce gelmedim ki, başımı kaldırıp kaldırıp nesne göreyim.

   Bu söz Caferül Sadık'ı çok memnun etti. Dervişinin kemale geldiğini izhar ederek:

   <<-Ya Bayezid, senin işin tamam oldu. Var yine Bistâm'a git.>> dedi.

   Çileli dervişlik yılları oldu. Fakat edep ve sünneti asla bırakmadı. Kâbe'ye hacca niyet edip yola koyuldu. Her adımda iki rekat namaz kılıyordu. On iki yılda Kâbe'ye vardı; Lâkin kendini lâyık görmedi, edep edip geri döndü. Ertesi yıl Kâbe'yi ziyaretle

haccını eda ayledi.

   Takva üzere yaşamayı ve ibadet etmeyi kendisi için vecibe sayan Bayezid, bu kemaline rağmen namazda gerçek bir vecde ulaşamamanın endişesi içinde:

   <<-Otuz yıldan beridir ki namaz kılmaktayım, fakat her namaz kılışımda sanki ben bir mecusiymişim gibi içimde bir inanç var, zünnarımı koparıp atmak isterim.>> diyordu. Tevbe ve masiyet hakkında şöyle demiştir:

   <<-Ma'siyetten tevbe birdir, taattan bin. Yani ucub günahtan beterdir. Arifin kemter derecesi oldur ki muhabbet od'un da yanıp tükene. Bir zerre marifet halaveti, kişinin gönlünde, Firdevs içinde bin köşkten efdaldir. Halkın tevbesi günahtan, Bayezid'in tevbesi (Lâ ilahe illallah) dan gayrisini dememektendir.>> Ve şunları söylüyordu:

   <<- Kul için en lazım olan kendisini yok bilmektir. Ne ilim ve ne amel ve ne zühd bunlarsız olur. Şüphesiz Kullüsünü bulaki bu kıssaya ilim gerekir kalem gerekmez. Muhaldir ki hakk'ı bilen halkı seve. Hak dostluğu olmazsa hak marifetin hiç zevki yoktur. Arif ma'rufu görür, alim kendi ilmiyle oturur. Alim ben ne ideyim, arif ol neylesin der.>>

   Öğrencilerine tevhid ilmini anlatırken kısa ve hikmetli sözlerle her şeyi kolay anlaşılır hale sokmakta eşsiz bir mehareti vardı. Bir gün:

   <<-Zühd için menzil yoktur>> demişti. Hüseyin bin Ali bu sözü duydu ve (niçin?) diye sorunca şu cevabı aldı:

   <<-Çünkü ben zühdde üç gün kaldım, dördüncü gün olunca ondan çıktım. İlk gün danya ve dünyada ki şeylerden, ikinci gün ahirette ki şeylerden, üçüncü gün ise, Tanrı'dan gayrı ne varsa her şeyi terk ettim. Bunlara istek göstermedim. Dördüncü gün Tanrı'dan başka bir şey kalmadı.>>

   Bayezid'i Bistâmi:

   <<-Hak sevgisi nişanı üç nesne ile belli olur: Sehavette denize benzer, şevkatte güneşe benzer, tevazu ve meskenetde toprağa benzer...Her kim hakk'ı bildi nun suale ihtiyacı olmadı, her kim hakk'ı bilirse arif sözünüde bilir...>> dedi. Kendisinden arifin ne olduğu soruldu. Cevaben buyurdu ki:

   <<-Arif odur ki; hiç bir nesne onun meşrebini bulandırmaya, her keder ona saf ola. Her kim halk'a ariftir, hakka cahildir. Her kim halk'a cahildir, hakikate ariftir. Arifin nifakı cahilin ihlasından evladır.>> ve sonra veli derecelerinin hikmetini açıkladı:

   <<-Veli derecelerinin tefavüt üzre olması hakk Teala'nın dört adındandır. Her kim ki hazzı ismi zahirden ola zevahire ve acaibe nekeran ola, her kimin hazzı ismi batından ola. Anın nekarını envar ve esrar ola, her kimin hazzı Evvel isminden ola, anın işi sebkat içinde ola. Her kimin hazzı ahir isminde ola, anın işi müstakbele bağlı ola. Kendine kıymet verip taatini halis gören insan sayılmasa yeridir. Her kimin gönlünde şehvet çok iken ölürse onu lânet kefenine sararlar, nedamet yerine defn eylerler. Her kim şehvet nefsini öldüre; lâ cerem onu rahmet kefenine sararlar, selamet yerine defn eylerler.>> dedi.

   BİSTAMİ: <<-Şevk, aşıkların darül mülküdür. Ol darül mülk içinde bir taht kumuşlardır. Henüz emel eli ona ermemiştir.>>

der ve şunları ilave ederdi:

   <<-Halkın helâki iki nesnedendir: Birisi halk'a hürmet etmemekten, birisi HAKK'a minnet etmemektendir.>>

   Bayezid-i Bistâmi hicretin 261.nci yani miladi 874 tarihinde Bistâm'da vefat etti. Geride binlerce öğrencisi, hayranı ve O'na inanmışlar vardı. İsmi etrafında toplanan bu kutsal kimseler onun hayatının her anını bir efsane güzelliği içinde nesilden nesile intikâl ettirirken makamını da unutmadılar. Bistâm şehrinin ortasında, Bayezid'in kişiliğine yakışır güzel bir türbe yapıldı.

 

11 - Ebu ishak ibrahim İbn Yusuf İbn Muhammed-üz Züccaci.

 

   Ebu İshak İbrahim, aslen Nişaburludur. Fakat ömrünün önemli kısmı Mekke'de geçmiş olup burada uzun yıllar mücavirlik yapmıştır.

   Melâmet neşesinde ve daima hâl içinde olan cezbeder bir kişiydi. Bunun için:

   <<-Kim ulaşamadığı hâlde, hâlden bahsederse, sözü dinleyenler için kötülük olur ve kalbinde bir dava doğar ve Tanrı'da onu bu hâle ulaşmaktan mahrum eder>> derdi.

   Namaza başlarken hâli değişir, rengi başkalaşırdı. Bunun sebebini sorduklarında, cevaben derdi ki:

   <<-Ben namaza doğrulukla başlamadığımdan korkuyorum. Kim TANRI uludur derse ve kalbinde TANRI'dan daha büyük bir şey olsa ve zamanla Tanrı'dan başkasını yüceltirse, kendini kendi dili ile yalanlamış olur.>>

   Haremi şerife büyük saygısı vardı. Yıllarca Mekke'de yaşamasının anlamı da bu idi. İnandığı ve huzur bulduğu Mekke'de yıllarca yaşadıktan sonra hicretin 348.nci yılında, miladi: 960 tarihinde Mekke'de vefat etti.

 

12 - Cüneydi Bağdadi.

 

   SIRRI SAKATİ'nin yeğeni olup dokuzuncu asırda Bağdat'ta yaşamış büyük bir mutasavvıftır. Zamanın en büyük melâmet üstadlarından sayılır. Aslen Bağdatlı değildir. Nihaventli bir aileye mensuptur. Sûfilerin seyit ve imamı kabul edilir.

   Babası şişe ve cam satıcılığı yaptığından babasına (El-Kavavirî) denirdi. Bazı kaynaklar babasının kumaşçı olduğunu ve (kazzaz) diye anıldığını kaydederler. Ancak Babasının, mesleği ne olursa olsun, ibadete düşkün, zahit ve abit bir kişi olduğundan bütün ravi ve yazarlarittifak ederler.

   CÜNEYD, Bağdatta doğdu ve orada büyüdü. Yetiştiği yerde hizmet de etti. İlim ve irfan dünyasına saçtığı feyz ve ilm onu her gün gönüllere nakşederken Bağdatlı olarak anılmasının nedeni de bu şehre olan bağlılığı idi.

   İmam ŞAFİİ'nin meşhur öğrencisi EBU SEVR BİN HALİD'den fıkıh dersleri aldı. Yirmi yaşına geldiği zaman o kadar ilimde ilerlemişti ki, hocası EBU SEVR'in huzurunda ve hocanın izniyle, fetvalar vermeye başlamıştı.

   Fıkıh ve usul derslerinde hocası EBU SEVR'den ders alıp yetişirken manevi tarafı da boş kalmadı. Dayısı SIRRI EL-SAKATİ yeğenine tevhid ilmini öğretmiş, onu arkadaşlarına da tanıtmıştı. Nitekim bir hocası da HARİS EL-MUSAHİP'ti. Onu ilim ve irfan yolunda yetiştiren üçüncü büyük üstadı da zühd ve takvada ileri, tevekkülü ile büyük şöhreti olan EBU CAFER EL-HADDAD'tır.

   CÜNEYD, daha küçücük bir çocukken dayosının sorduğu: (-Şükür nedir?) sualine verdiği cevapla birden dikkati çekmiştir. Cüneyd-i Bağdadi, dayısına, <<-Şükür Tanrı'nın nimetleri ile yine o Tanrı'ya asi olmamaktır>> cevabını vermişti.

   Sırrı Sakati yeğenine çok dikkat eder, ona özel bir yer ve değer verirdi. Bir gün Sırrı Sakati Hazretlerine: (Hiç mürid, şeyhinden yekrek olur mu?) diye soruldukta:

   <<-Beli olur. Cüneyd benim müridimdir, illa onun muamelesi benden artıktır>> dedi.

   Cüneyd yedi yaşında ibadete başladı ve ilk zamanlar babasının dükkanında cam ve sırça satardı. Önceleri dörtyüz rekat namaz kılardı. Sonradan işi de terk ederek halvete girdi. Kırk yıl ibadetle meşgul oldu. Otuz yıl süreyle yatsı namazını kıldıktan sonra sabaha kadar ayak üzeri kalıp (Allah, Allah, Allah) derdi.

   Haris El-Muhasibi genç talebesi Cüneyd ile gezmeye çıkmaktan hoşlanır ve gezinti sırasında öğrencisine sualler sormayı itiyad edinmiş olduğundan her seferinde en önemli konularda sual sorar ve Cüneyd'in verdiği cevapları hayranlıkla dinlerdi. Bu sual ve cevaplar sonradan kitap haline getirilmiştir.

   Tasavvuftan ilim olarak bahseden Cüneyd, tasavvuf makamlarına ancak zühd ve iabadetle varılacağını söylerdi ki bu da tasavvufun bir hal ve idrak ilmi olduğuna işarettir. Nitekim kendisi de mütemadiyen evrad ve ibadetle meşguldü. Cüneyd'e Arif kim diye sorulunca:

   <<-Arif, sustuğu halde, senin sırrını söyleyen kimsedir.>> dedi.

   Ceririye söylediği:

   <<-Biz tasavvufa laf olsun diye değil, aç durmak, dünyayı terketmek, alışılan ve hoşa giden şeyleri kesip atmak için sarıldık>> sözü tasavvufun tarifini de vermiyor mu? Cüneyd KİTAP VE SÜNNETE bağlı olmayı asıl kmabul ediyordu. Her şeyin özü ve esası kitap ve sünnettir ve onun içindir ki şöyle derdi: <<-Tanrı'ya sadık bir insan, bir milyon kez yüzünü tanrıya döndürse ve sonra ondan br lâhza yüz çevirse, kaybettiği, nail olduğundan daha çok olur. Kim Kur'an'ı ezberlemezse, hadisi yazmazsa, bu işte ona uyulmaz, zira bizim İLMİMİZ KİTAP VE SÜNNETE BAĞLIDIR.>>

   Cüneyd insan hakkında gerçek bir idrake varmış nadir kişilerdendi. Bir gün şöyle buyurdu: <<-İNSAN YARADILIŞINDA OLAN ŞEYDEN DOLAYI AYIPLANMAZ; FAKAT ONLAR İLE AMEL ETTİĞİ ZAMAN, AYIPLANIR.>> Cüneyd-i Bağdadi'nin gözü ağrıdı. Doktor gözüne su değdirme deyince sordu: <<-Abdesti ne yapalım?>> Doktor: <<-Eğer gözün sana gerekse ilaç budur.>> cevabını verdi. Fakat Doktor gider gitmez Cüneyd abdest alıp namazını kıldı, sonra da uyudu. Uyandığında gözü iyileşmişti. Ertesi gün doktor geldi. Durumu sordu, Cüneyd hazretleri olanı biteni anlatınca doktor imana geldi, müslüman oldu ve: <<-Ya Cüneyd, bu ilaç Halıkındandır.Ağrıyan senin gözün değil, benim gözüm imiş.>> dedi.

   <<-Kul ile Tanrı arasında dört deniz vardır, onları geçmedikçe Tanrı'ya erilmez. Biri dünya: Onun gemisi zühd'dür. İkincisi Halk: Onun gemisi uzlet. Üçüncüsü iblis: Onun gemisi, düşmanlığını bilip ondan sakınmak. Dördüncüsü Nefistir ki, onun gemisi dilediğini vermemektir. Nefis kötülüğü buyurucu, havaya uyucudur. Er oldur ki onu öldüre.>>

   <<-Akıl odur ki yalnızlığı seve.>>

   Cüneydi Bağdadi hicri 298 yılında yani miladi 910 yılında Bağdatta vefat etti. Vefatı yaklaşınca abdest alıp namazını kıldı, Allah diyerek besmele-i şerifi okudu. Hali neziye girmek üzere dini bütün vecibeleri ifa etti, yapamadıklarını yaptırdı. Bakara suresinden yetmiş ayet okuyarak Hakk'a vuslat etti.

   Cenazesi götürülürken bir ak güvercin göründü, uçarak tabutun içine girdi ve kayboldu. Cenazesi Şuniziye kabristanına getirildi ve dayısı Sırrı Sakati'nin türbesi yanına defnedildi.

 

13 - Necmeddin-i Kübra.

 

   Kübreviye tarikatinin kurucusu olan Necmeddin-i Kübrevi gerçek bir Melâmet ulusudur. Esas ismi: Ahmed bin Ömer Ebu'l Canib Necmeddin el-Kübrevi el Hüvaki el-Harizmidir. Harizmde hicrî 540 miladi 1145 tarihinde doğdu. Genç yaşında seyahate çıktı. Mısır'a geldi. Mısır'da meşhur şeyhlerden  Şeyh Ruzbihan ile tanıştı, ona mürit oldu. Şeyhi kendisini o derece sevdi ki kızını Necmeddin'e verdi. Sonra Tebrize gitti. Ebu Nasr'ın derslerine devam etti. İlk eserini burada yazdı. Şeyh Baba, Faraç Tebrizi ile tanıştıktan sonra kendini tamamen tasavvufi murakabeye verdi. Bir süre sonra ondan da ayrıldı, Şeyh Ammari Yasin'e intisap etti. Onun tavsiyesi ile İsmail Kasri'nin mektebine dahil oldu. Bundan saonra ilk şeyhi ve kayınbabası Ruz Bihanın yanına döndü. Şeyhi, dervişinin yetiştiğini anlayınca onu tekrar Harizme gönderdi. Necmeddin-i Kübra, Harizmde Kübreviye tarikatini kurarak bir çok şöhretli öğrenci yetiştirdi.

   Necmeddin'i Kübra 10 Cemaziyelevvel 618, yani 13 Temmuz 1226 tarihinde vefat etti. Tarihçiler Necmeddin'i Kübranın Moğollara karşı savaşırken şehit düştüğünde ittifak ederler.

 

14 - Şeyh Osman Hayri.

 

   Nişaburludur. Tanrı'nın has kullarındandı ve devrinin en büyük melâmi üstadlarından biri idi. Bir çok ulu kişi ittifak etmiştir ki: Tanrı haslarından üç kişi vardır. Biri Nişaburda Osman Hayri, Bağdat'ta Cüneyd, Şam'da Ebu Abdullahı Celâdır.

   Melâmet neşesindeydi, tevazudan ayrılmazdı. Kimseyi kendinden aşağı görmezdi. Bir gün bir münkir onu evine davet etti. Kapısına varınca da:

<<-Boğazın için it gibi bana uydun, geldin. Evde bir şey yoktur, var işine git.>> diye Osman Hayri'yi geri çevirdi. Hazret sessizce döndü, yürüdü. Münkir ardından yetişti yine  çağırdı. Hazret döndü. Bu kerre kapının önünde tekrar:

<<- İti kovunca gider, illâ sen gitmezsin, evimde hiç bir nesne yoktur>> dedi. Osman Hayri yine döndü. Bu garip göndermeler Otuz defa tekerrür etti. Fakat Hazreti Şeyh kırılmadı, gönlü melûl olmadı ve münkire hiç birzda bulunmadı. Ne var ki bu çile ve ezaya rağmen Osman Hayri hzretlerinin hiç değişmemesi karşısında münkir şaşırdı. Onun sabır ve tevazuuna, halim selim haline hayran kaldı. Ve dedi ki:

<<-Sultanım, küstahlık ettim. Seni davet edip kovdum. Hiç mütegayyir olmadın.>> dedi, sonra şeyhin ayağına kapanarak af diledi. Buna karşı Şeyh Osman Hayri'nin cevabı şu oldu:

<<-Benim bu ettiğimi bir it de eder, erenler işi daha artık olur.>>

   Bu söz üzerine münkir diz çöktü, tevbe edip Müslüman oldu.

   Kemâl derecesine varmak için hazret şöyle der:

<<-Dört nesne anın katında bir olmayınca er, kemâl derecesine eremez: Men, ata, izzet ve zillet.>>

<<-Yeryüzünde aziz nesne üçtür: Âmil olan alim, tamaı olmayan mürid, Hak sıfatlı sofi.>>

<<--Tevazu aslı üçtür: Acizliğini, muhtaçlığını, günahlarını bilmek.>>

<<-Saadet nişanı Allah'tan korkmak ve ona itaat etmektir.>>

<<-İhlas odur ki onda hiç nefsinm hazzı olmamaktır, sıdkı niyettir, namaz ve sadakada halkın görmesinden sakınmaktır.>>

<<-Tanrıdan ırak olmaklığın sebebi üçtür: Evvel dünyaya tema etmek, ; ikincisi, halkı ağırladığı ile övünmek; üçüncüsü nefsine uymak.>>

   Ölüm vakti gelince teslim olmuşların mutluluğu içinde bu âlemden göçtü.

 

15 - Şems-i Tebrizi.

 

   En şöhretli melâmeti erenlerindendir. Tebrizli Şems'in büyük şöhreti, Mevlâna Celâleddini Rumi'nin şeyhi olmasındandır. Asıl adı: MELEK DADOĞLU ALİ OĞLU ŞEMSEDDİN MEHMET'tir. Babası Alamut valisi Nevmüslüman diye ün salan Celâleddin Hasan'dır.

   Şems-i Tebrizi 1186 yılında Tebriz'de doğdu. Hayatı seyahat, riyazat, müşahade ve murakabe ile geçti. Melâmet neşesini her yerde yaşadı ve her haliyle melâmetiliği terennüm etti. Rint, hazır cevap, hoş sohbet bir veli idi. Necmeddini Kübra'nın halifelerinden Baba Kemal, Şems ,le yakından ilgileniyordu. Onu çok seviyor ve irfan yolunda son menzile erişmesini istiyordu. Yine bir gün Iraklı Fahreddin kendi manevî âleminden, müşahade ve mükaşefelerinden söz edince Şems'e teveccüh edip, ondaki tecelliyi dile getirmesini istemişti de Şems yine sükûtu ihtiyar edince:

   <<-Şems, oğul, dedi. Iraklı Fahreddin'e aşikâr olan sırlardan, hakikatlerden hiç birisi senin kalbine gelmiyor mu?>> diye sordu. Şems-i Tebrizi, şeyhi Baba Kemalin sualine karşı:

   <<-Bana ondan daha çok müşahade geiyor, fakat o bazı ıstılahları çalışarak bulmakta, onlar vasıtasıyle de bunları güzel giyimlerle ortaya koymaktadır. Bende o kudret yoktur.>> cevabını verdi.

   Baba Kemâl, bu genç sessiz ama içi dolu müridinin sözlerinden hoşnut kaldı ve Şemsî Tebrîzî'ye:

   <<-Yüce Tanrı sana öyle bir musahip arkadaş ihsan buyuracaktır ki öncekilerin, sonrakilerin marifetlerini senin adına izhar kılacak, hikmet pınarları onun gönlünden diline akacak, söz ses elbisesinde meydana çıkacaktır. O elbisenin süsleri senin adına olacaktır.>> dedi. Şemsî Tebrîzî, şeyhinin isteği ile Tebrizden ayrıldı. Bağdat, Şam ve diğer İslâm merkezlerini ziyaret ederek Batıya doğru yürüdü. Konya'ya gidiyordu. O'nu, oradaşeyhinin haber verdiği arkadaşı, öğrencisi Mevlâna bekliyordu.

   Şems Bağdad'a geldiği zaman Kirmanlı Evhadeddinle sohbetler etti. Bu cerbezeli Tebrizli, Evhadeddine sordu:

   <<-Ne işle uğraşıyorsun?>>

   Evhadeddinin cevabı:

   <<-Aynı leğen içinde seyrediyorum>> oldu. Şems hemen mukabele etti:

   <<-Eğer boynunda çıban çıkmamışsa neden ay'ı gökte görmüyorsun?>> dedi.

   Sonra da şu açıklamayı yaptı:

   <<-Eğer şehvetten, garazdan uzak kalırsan, bütün âlem, külli cemalin mazharı olduğundan dolayı her yerde, mezahirin dışında görmeye muktedir olursun.>>

   Evhadeddin bir büyük veli ile karşı karşıya olduğunu anlamış, ona hizmet teklifinde, yani mürit olma isteğinde bulunmuştu. Fakat Şems, içi okuyan, insanın cevherini keşfeden öyle bir sarraftı ki... Evhadeddin'in aradığı kişi olmadığını derhal anlamıştı. Ona:

   <<-Sen bizim sohbetimize takat getiremezsin.>> dedi. Ne var ki Evhadeddin ısrar ediyordu. Bu ısrar karşısında Şems:

   <<-SENİ MÜRİTLİĞE BİR ŞARTLA KABUL EDERİM Kİ BAĞDAD PAZARINDA HERKESİN ÖNÜNDE BENİMLE ŞARAP İÇEBİLİRMİSİN?>> dedi. Evhadeddin, halk nazarında itibarlı bir ulu kişiydi, böyle bir işe kalkışmak kendini halk'a levm ettirmek olurdu. Buna cesaret edemezdi.

   <<-Hayır,yapamam.>> cevabını verdi.

   Şems:

   <<-PEKİ, BANA İÇİMİ İYİ BİR ŞARAP GETİREBİLİRMİSİN?>> diye sordu.

   <<-HAYIR GETİREMEM.>> cevabını aldı. Şems bir sual daha sorup Evhadeddin'i tarttı:

   <<-PEKİ DEDİ. BEN ŞARAP İÇTİĞİM VAKİT BENİMLE KONUŞABİLİR MİSİN?>> bu sualin cevabı da (HAYIR) oldu. Bir insan halktan vazgeçemez, ikbâl ve süslerini terk edemezse MELÂMİ olamazdı. Ve bu iş yürek istiyordu. Evhadeddin'de o gücü görmedi. Celallenerek:

   <<-TANRI ERENLERİNİN ÖNÜNDEN YIKIL, GİT.>> diye bağırdı.

   Yanına kimse sokulamıyordu Şems'in. Çünkü imtihanı ağır ve zordu. O öyle bir yiğit arıyordu ki kendinden geçsin, dünya ve nefse ait her şeyi, nefsin hoşlanacağı tüm nimetleri itebilsin ki MELÂMET neşesinin ululuğu ile dolabilsin. Bu bakımdan imtihanları ağır oluyor, kişileri denerken akıl almaz yollara ve usullere baş vuruyordu. Aradığı yiğitlik ve cesaretti.

   Şems, uzun bir yolculuktan sonra 26. cemazelahir. 642, miladi 29.11.1244 tarihinde Konya'ya geldi. Orada Mevlâna ile buluştu. Buluşma olayı menakıpta çeşitli şekillerde anlatılır. Mevlâna'ya sorulan sualler herkes tarafından biliniyor. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki Şemsî Tebrîzî tasarruf ehlidir, dünya metaına ve şekle kıymet vermez, nefsi hor görür, gerçek bir ilim, irfan ve akıl hocasıdır. Candan geçmiştir, kendini Allah yoluna adamış bir ulu kişidir.

   Mevlâna öğrencileri ile otururken Şems içeri girer ve kitapları işaret ederek sorar:

   <<-Bunlar nedir?>>

   Mevlâna:

   <<-Bunları sen bilmezsin>> cevabını verir. O sırada binada bir ateş peyda olur. Mevlâna, Şems'e dönerek:

   <<-Bu ne haldir?>> diye sorunca Mevlâna'ya teveccüh eden Şemsî Tebrîzî:

   <<-Sen de bunu bilemezsiz>> mukabelesinde bulunur ve çıkıp gider.

   Yine menakıptan öğreniyoruz ki Şems, Mevlâna'nın yanına gelir ve babasına ait kitaplara işaret ederek:

   <<-Bunlar nedir?>> diye sorar. Mevlâna:

   <<-Bunlar mı der. Bunlar kıl ü kal, dedikodu.>>

   Şems, Mevlâna'ya nazire yapar, adeta onun sözlerini teyid edercesine:

   <<-Peki senin bunlarla işin ne?>> diyerek kitapları suya fırlatır. Mevlâna hiddetle fırlar ve telaşla bağırır:

   <<-Behey derviş ne yaptın sen? Onların bazısı babamın faydalı sözlerinden toplanmış yazılardır, bulunur şeyler değildir.>>

Şems, sakin, hiç sesini çıkarmaz, elini suyun içine daldırır, birer birer alır ve Mevlâna'nın eline verir. Tabii ki suya atıldığı halde ıslanmayan bu kitapları Mevlâna hayranlıkla alırken dayanamaz:

   <<- Bu nasıl sırdır?>> diye hayret ve hayranlığını ifade edince Şems'in cevabı hazırdır:

   <<-Bu zevk'tir, hâldir, senin bundan haberin yoktur.>>

   Bu olaylar çeşitli şekillerde anlatılır ve ondan sonra Mevlâna'nın Şems'ten ayrılmadığına işaret edilir. Olay ne ve nasıl olursa olsun Şems ve Mevlâna buluştuktan sonra bir daha ayrılmazlar. Tam onaltı ay halvette kalırlar. Fakat Konya'da Şems aleyhine doğan hava, Mevlâna'nın yetişmesi için gerekli şartların hazırlanması zorunluğu Şems'i Konya'dan uzaklaştırır. Şems 1.Mart.1246 tarihinde Konya'dan gizlice ayrılır.

   Şems, bir süre Şam'da kalır. Mevlâna'nın ısrarlı davetlerine ve bilhassa oğlu Sultan Veled'i göndermesi üzerine Konya'ya dönmeyi kabul eder ve 1247 tarihinde Konya'ya geri gelir.

   Şems aleyhine yeniden fitne kopar ve hicri 645 de yani miladi 1248 tarihinde Şems, Konya'da kaybolur. Onun öldürüldüğünü söyleyenler vardır. Bir de onun gayb ricaline karıştığını iddia edenler de elbette ki mevcut. Mühim olan Şems'in 1248 tarihinde bu dünya alemindensırlanmış olmasıdır.

 

16 - Mevlâna Celâleddini Rûmî.

 

   Her ne kadar o'nu Mevlevi tarikatının piri olarak tanıyorsak da aslında Mevlâna ilk devre MELÂMİLERİN en büyük ustalarından birisidir. Mesnevide de kendisinin MELÂMİ olduğunu açıkça ikrar eder.

   Mevlâna'nın asıl adı: MUHAMMED, lâkabı: Celâleddin'dir. İnsanlık O'nu Rum ilinin efendisi Celâleddin anlamına gelen: MEVLÂNA CELÂLLEDİNİ RÛMÎ olarak tanır.

   Mevlâna 30.Eylül.1207 tarihinde yani hicri 6.Rebiülevvel.604 tarihinde Belh şehrinde dünyaya geldi. Baabası Hüseyin Hatibi oğlu Muhammed'dir ama tarihte Bahaeddin Veled ismiyle anılır ve lâkabı da: Sultan-ül Ulema'dır.

   1213 tarihinde ailesiyle birlikte Belh'ten ayrıldı. Belh'ten Nişabur'a geçip Mekke'ye doğru yollarına devam ettiler. Yolda konakladıkları yerlerde itibar görüyor, rical ve veliler Sultan-ül ulemaya tazim ve hizmet için yarışıyordu Bu yolculuk sırasında küçük Mevlâna Celâleddin pek çok büyük ve ulu kişiyle tanışmak, konuşmak imkânını buldu.Mevlâna'yı gören Ferideddini ATTAR, babası Bahaeddin Velede:

   <<-Umarım ki yakın zamanda senin bu oğlun âlemde yanacak gönüllere ateş verir.>> müjdesini vermiştir.

   Sultan-ül Evliya ailesi ve oğlu Mevlâna Celâleddin ile yolculuğuna devam etti. Bağdat'ta Şahabettini Suhreverdi ile tanışmak imkânını bulan küçük veli görüş ufkunu daha da açıyor, her gittiği yerde yeni şeyler öğreniyor, hakikat sırlarından, Resulün kainata açılan lem'alarından bir lem'a alıyoırdu.

   Bağdat, Mekke, Medine, Şam, Erzincan, Malatya'yı dolaşmışlar ve Larende'ye (Karaman) gelmişlerdi. Genç Celâleddin artık 18 yaşını idrak etmiş bir yağız delikanlıdır. Orada Semerkant'lı Hoca Lala Şerafeddin yaşamaktadır. Lala Şerafeddin,18 yaşındaki bu genç asilzadenin ilimde de yekta olduğunu görmüştü. Kızı Gevher hatuna uygun bir eş olarak seçilmiş ve iki ailenin kararı ile Mevlâna Celâleddin, Gevher hatun ile evlendi.

   Mevlâna'nın sonradan büyük şöhret olan ve Mevleviliği kuran oğlu Sultan Veled ile (ki ismi: Mehmed Bahaeddin'bir) ile diğer oğlu Alaaddin Mehmed isimli çocukları Gevher hatundan doğmuştur.

   Mevlâna Celâleddin'i terbiye etmek üzere şeyh Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi görevlendirilmişti. Şey Burhaneddin, Mevlâna'nın babası Sultan-ül ulema Bahaeddin Veled'in müridi ve O'nun halifesidir. Mevlâna 1241 yılına kadar Şeyh Burhaneddin'in rahle-i tedrisinde oturdu; Ve şeyhinin emri ile << zahiri ilimlerdeki bilgisini genişletmek, kemalini daha da ileri götürmek için>> Şam'a gitti. (1241)

   Mevlâna, Şam'a giderken Halep'te misafir kaldı bir süre. Halep'te Halaviye medresesine inmiş, medresenin şeyhi ve reisi bulunan Adim oğlu şeyh Kemaleddin'den ders almıştır. Halep'ten Şam'a geçti. Şam'da devrinin alimleri tarafından istikbal edildi. Şam'da ikametgâh olarak Mukaddemiye medresesi tercih edildi.

   Mevlâna rivayetlere göre iki veya dört yıl Şam'da ilim tahsil ettikten sonra Konya'ya, baba ocağına döndü. Yalnız dönüşte önce şeyhi Muhakkık'ı Tirmizi ile buluşur ve birlikte Kayseri'ye girerler. Kayseri'de ısfahanlı Sahip Şemseddin, Mevlâna'yı evinde misafir etmek isteyince, Burhaneddin Muhakkık'ı Tirmizi, öğrencisi Mevlâna'ya itiraz ederek:

   <<-Dostum, ulu Mevlâna Bahaeddin Veledin geleneği medreseye inmektir>> der ve Mevlâna şeyhinin isteği ile medreseye inerler.

   Kayseri'den Konya'ya dönen Mevlâna bir süre sonra şeyhinden davet alır. Burhaneddin, bu dünyaya veda davetini almıştır. Sahip Şemseddin'i Konya'ya gönderir ve Mevlâna'yı, son emanetleri tevdi etmek üzere Kayseri'ye çağırır. Mevlâna tekrar Kayseri'ye gelerek şeyhinin son emanetlerini hilatini, hilafet ve tacını alır, şeyhi vefat eder ve Mevlâna Konya'ya yüce şeyh olarak döner.

   Artık devrin en büyük alimi, şeyhi, üstadı sayılır Mevlâna. Babasının ve şeyhinin kürsüsüne oturmuş, cihana ilim ve feyz saçmaktadır. İşte tam bu sırada Konya'ya bir garip derviş gelmiştir.

   Mevlâna Şemsî Tebrizi ile tanıştıktan sonra O'nunla halvet olur. Gözü artık şemsten başka bir şey görmez. İkbâl, saltanat ve azamet yerini MELÂMET'e terk etmiştir. Şekilden ruha, maddeden manaya inerler çığ gibi... Kısa bir zaman sonra Celâleddin alim kisvesinden derviş yüceliğine, azametten tevazua yücelir.

   Şems ile yeni bir Mevlâna doğar. Bu yüce varlık artık alimliğin azametinden ve gururundan uzaktır. Tekkenin velayet ve mürşitlik büyüklüğünden de eser kalmaz Mevlâna hazretleinde. O, Şems ile MELÂMET neşesini tatmış, MELÂMET zevkinde hiçlik idrakine, ademiyet menziline varmıştır. Onun için bir şey yoktur ortada, Hakk'dan gayrı. Ve bu zevkte şöyle haykırır:

   Riyazat nîst pîş-i mâ heme lutfest-o bahşâyi
   Heme mihrest-o dildârî heme ayşest-o âsâyiş

   Anlamı: <<Bizim katımızda riyazat yoktur, tamamıyle lütuf vardır, tamamıyle bağış vardır. Yolumuz budur bizim; Tamamıyle sevgidir, gönül alıcılıktır; tamamıyle zevktir, neşedir,düzenliktir.>>

   Beyt'i tercüme eden Abdülbaki Gölpınarlı Mesnevi şerhi cilt: 1 sahife: 41 de şöyle devam eder:

   <<MELÂMET yolunu benimseyenler Mevlâna'nın aşk ve cezbe esasına dayanırlar. Aşk, cezbeyi meydana getirir; Cezbe de izfi ve mevhum varlığı kökünden yıkar, yakar, külünü havaya savurur gider. Akıl denen seziş, anlayış, biliş ve buluş kabiliyeti bu aşkı ne sezer, ne de anlar, ne de bulur. Çünkü akıl, topluma, çevreye, görgüye bilgiye, töreye ve geleneğe bağlıdır. Bunlarsa hem bilgiye, hem gerçeğe ulaşmaya engel olabilir. Akla dayanan, kendine güvenir, bu güvenç te ona benlik, bencillik verir. Aşka gelince, O, bütün bağları çözer; şu halde söze müşteri nasıl kulaksa, söz nasıl kulakla duyulursa aşk da akla dayanmayan kişiye mal olur; gerçek anlayış, kayıtlara bağlı akla güvenmemekle olur. Ancak bu sözden akılsız olmak gerektiği gibi bir mana çıkarılmamalıdır. Çünkü sufilerce dünya geçimini düzene sokmaya çalışan akla (akl-ı maaş) ahiret işlerini düzene sokmağa çalışan akla'ysa (akl-ı maâd) denir...Burada terk edilmesi gereken gerçeğe mahrem olmadığı bildirilen akıl, ilahi sırlara ermek için başvurulan akıldır. Yoksa akıl teklif şartlarından birisidir; ancak ilahi sırlara ermenin imkânı yoktur. Bu bakımdan aşk ve cezbe, akıldan üstün tutulmuştur.>>

   Mevlâna 16 ay Şems ile halvet olur. Fakat bu MELÂMET hali, Konyalılar ve Mevlâna aşıkları için çekilmez bir haldir. Düşmanlıklar artar, dedikodu ayyuka çıkar, Şems, aleyhine dönen bu havadan rahatsız olur, Konya'yı terkeder (Hicri: 21.şevval.643 Miladi: 1.Mart.1246)

   Mevlâna, Şems tarafından terkedilişinden dolayı müteessir ve münkesirdir. Böylece feryada başlar, bu kırıklık ona kemal olur. Nihayet oğlu Sultan Veledi Şam'a Şems'i almaya gönderir. Şems, bu ısrarlı davet karşısında Şam'dan Konya'ya ikinci defa gelir.(1247).

   Fakat Şems bir süre sonra tekrar kaybolur. Kimi raviler Şems'in öldürüldüğünü, kimisi de Konya'dan kaçtığını, bazı gönül ehli de ricalün gayba karıştığını söyler. Doğru olan tek şey: ŞEMS'in, Mevlâna'nın gönlünde sırlandığı ve alim Celâleddin'in Şems ile MELÂMET neşesine büründüğüdür.

   Nitekim Mevlâna'nın, Mevlâna olarak yaptıkları, seçtiği dostları, telkinleri tetkik edilirse O'nun nurlu ve ulu bir MELÂMET eri olduğu anlaşılır. Mevlâna, Mevlevilerin Piridir amma MEVLÂNA, mevlevi değil, MELÂMET eridir. Mevlevilği tarikat haline getiren Mevlâna'nın hür ve serazat gönlünden taşanları kalıplara yerleştirip insanları eğitmeye hasreden SULTAN VELED olmuştur.

   Mevlâna'nın kendine halife olarak seçtiği Şeyh Selahaddin Feridun, Şeyh Hüsameddin Çelebi ile Fütüvvet ehline olan yakınlığı Mevlâna'nın MELÂMET yönünü gönül aleminden reel aleme indiren ve reel alemde delil haline getiren vakıalardır.

   Mevlâna Celâleddin-i RÛMÎ 18.Aralık.1273 tarihinde Konya'da âlem-i bekaya erişti. Halen Konya Mevlâna dergahındaki türbesinde yatar. (12).

 

____________________

 

(12) - Yusuf Ziya İNAN, Mevlânâ Celâleddin Rûmi - (Şebi Arûz'un 700.yıldönümünde) -1 Aralık 1973 den 17 Aralık 1973 tarihine kadar Son Havadis gazetesinde tefrika edilmiştir.

 İSLÂMDA MELÂMİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ. 

Yusuf  Ziya  İNAN / 1976