Hakk'ı İstersen Yürü İnsan'a Bak

- III - MELAMİYEİ BAYRAMİYE ve MELAMİYEİ ŞETTARİYE‏ (Devamı)

 

 

6 - İSMAİLİ MA'ŞUKÎ

      Hicri: 914 (M. 1505) - 1529 :

 

   914 hicri yılında Aksaray'da doğan İsmail, Pir Ali'nin oğludur.Babasının hükümdara verdiği söz üzerine İstanbul'a gönderilmiştir. İstanbul'dan sonra bir süre Edirne'de kaldı. Tekrar İstanbul'a döndü.Ayasofya, Bayezid gibi büyük camilerde vaaz ediyor ve vaazlarında vahdeti vücudu anlatıyordu. Çok güzel konuşur,konuşurken çevresini etkisi altına alırdı. Bu sebeple kısa zamanda büyük bir şöhrete sahip oldu; İstanbul ve Edirne'de binlerce insan O'na tabi olmuştu. Bilhassa askerler ve sipahiler üzerinde büyük tesir icra etti.

   Fikirleri berrak, sözleri açıktı. Fakat, düşünceleri devri için, çok tehlikeli idi. Eşitlik, adalet ve insan sevgisi esasına dayanıyor; dini taassubu kabul etmiyordu. Vicdan ve söz hürriyeti asıldı. Bu sebeple gerek saray gerekse din işleri görevlileri İsmail Ma'şuki'ye karşı vaziyet aldılar.

   Önce kendisine İstanbul'u terk etmesi ihtar edildi. Bir huzursuzluktan korkan devlet memurları ikazda bulunmayı yeğ görmüşlerdi. Çünkü: İsmail Ma'şuki, İstanbul'da çok sevilmişti. Babası gibi kendiside kutup kabul ediliyordu. Çok gençti, 24 yaşın bütün enerjisi, güzelliği üstündeydi. Ve bu cazibesi nedeniyle  (oğlan şeyh) diye şöhret yapmıştı. halk ve O'na tabi olanlar, saray ve rical için korkulu telakki ediliyordu.

   İsmail Ma'şuki, kutuptu. Veliler, kaderlerine razıdır. Babası tarafından İstanbul'a gönderilirken niçin geldiğini, ne olacağını biliyordu. Ehl-i Beyt'i, Hazreti Ali'yi düşündü. Hepsi şehid edilmişlerdi. İsmail Ma'şuki de elbetteki Ehli Beyt yaranındandı. Onun da kaderinde şehid olmak vardı. Dünyayı umursamayan bu yüce varlık, kendisini, İstanbul'u terke davet edenlere açıkça:

   << - Hayır, teklifinizi kabul edip İstanbul'dan ayrılamam. Ben, akibetimi biliyorum.>> diyerek red cevabını verdi.

   Hükümdar da endişeliydi. Kısa zamanda İstanbul'u manen fetheden İsmail Ma'şuki'nin Aksaraya dönmesini arzuluyordu. Bu kerre haber saraydan gitti. Lâkin İsmail Ma'şuki'nin cevabı yine (hayır) oldu. Osmanlı sarayı bu kudretli genç veliye karşı ne yapacağını kestiremedi. Her devirde olduğu gibi, bu defa da katı kurallara bağlı din adamları yardıma yetişti. Şeyh-ül İslâm Kemal Paşazade'nin fetvasıyle idamına hükmedildi.

   Veliler cesurdur. Çünkü Allah, korkudan bir nebze bile olsa, o kalbe girmez. Allah'ın sarayı ise müminin kalbidir. İsmail Ma'şuki mümindi, veli ve kutuptu. Kalbinde şüphe, zan ve korku olamazdı. O, ilâhi sırların sahibiydi; ölüm onu ürkütmezdi. Ezel ve ebedi kuşatan ölmezliğe ermiştir.

   Ölümsüzleşen, ölümü düşünür mü? İsmail Ma'şuki şehid olmak için doğmuştu. İdama mahkûm edilince de şaşırmadı, korkmadı. O'na inananlar da peşinden gelmişlerdi. 12 İhvanı ile At meydanında çukur çeşme üstünde idam edildi; Yıl 935 hicri idi.

   Vahdeti vücud cezbe haline gelince şeriate ters düşer. Hakikat ağırdır, insana zor gelir. Hele BEN'den geçmek öyle kolay yutulur nesne değil. İnsan tevhid yolunda ilerledikçe hikmetle dolar, sözleri hikmetli olur. Bu ise halkı şaşırtır. Gerçekler önünde insan ya kabul ile teslim olur, ya da itiraz ederek isyankâr olur. Tarikat şeriate ters görünür; Hakikat, tarikate uymaz. Marifet ise hepsini aşar. Ne var ki bu çelişki zahirde olduğu halde halk ve din adamları bunu fark etmez; bu yüzden şeriat erbabı arasında bir mücadeledir gider. Her devirde olan İsmail Ma'şuki için de var!. O'na da ters düşmüştür devrin uleması... Bu nedenle Ebusuut efendiye sorulan bir mesele hakkındaki tutumu çok serttir. Şeyh İsmail Ma'şuki idam edildikten sonra halk üzerindeki değer ve itibarı daha da arttı. O'nun adı gönüllere yerleşmişti. Ve o mezara değil, kalplere gömülmüştü. Halkta âdetâ büyülü gibiydi. Aklı başında pek çok insan İsmail Mâ'şukî'nin idamını haksızlık saymışlardır. İsmail Mâ'şukî adına cami, türbe yapılmış; kabrine nûr indiği görülmüş, devlet ricali aleyhine şiddetli dedikodular almış yürümüştü.

   Bu sebeple Ebusuut efendiye müracaat edilip:

   << Katl olunan oğlan şeyh dedikleri şahıs zulmen katl olundu diyen zeyde ne lazım olur? >> diye sorulduğunda, o da: << Anın mezhebinde ise katl olunur.>> fetvasını vermiştir. Neydi bu İsmail Mâ'şukî'nin mezhebi? Neden Şeyh-ül İslâm bile korkmuştu ondan?. Bu suallerin cevabını verebilmek için İsmail Mâ'şukî'nin gazel ve mesnevisine bir nazar afetmek gerekir.

     

     Ey gönül bir derde düş kim anda derman gizlidir;

     Gel eriş bir katreye kim anda umman gizlidir.

     Terkedüp namü nişanı giy Melâmet hırkasın,

     Bu Melâmet hırkasında nice sultan gizlidir.

     Tut Hakk'ı bilmek dilersen ehli irşad eteğin;

     Niceler bilmediler kim böyle erkân gizlidir.

     Değme bir horü hakire hor deyu kılma nazar;

     Kalbinin bik kûşesinde Arşı Rahman gizlidir.

     Bu cihan Derviş nam, oldu hicab ender hicab,

     Sen hicab altında kaldın sanma sultan gizlidir.

 

   Melâmet hırkasını giyen dünyadan da, ukbadan da geçer; Hak ile Hak olur o kişi. Dünyadan geçenler ise artık ne sultana kul olur, ne kuvvete. Hakk'dan gayrı dinlenecek, görülecek kimse kaklmaz. O vakit de hükümdar, prens, vezir değerini yitirir. Ukbadan geçen ise ne hocaya ne hocaya önem verir, ne onun sözlerine. Ne cehennem korkusu kalır, ne cennet sevinci. Bu ise korkutucu din adamlarının işine gelmezdi. Onun içindir ki İsmail Mâ'şukî ne din adamlarına yarandı, ne devlet ricaline. Fakat aşk od'unda yananlar İsmail Ma'şuki nin mısralarında kendi gerçeklerini görmezlikten gelemezlerdi.

    

     Gel ey sofi bizi men'eyleme aşku tevellâdan;

     Mahabbettir ezelde kısmet olan bize Mevlâdan!

                                             *

     Şarabı aşk ile yarin ezelden olmuşam biyhuş;

     Elbet ayrılmazam andan gönül, geçmez bu sevdadan!

                                             *

     Gel ey aşk od'una yanmış; gönül ayinesin pâket;

     Cemâlin göstere canan ki ta kalbi mücellâdan!

                                             *

     Şu dil kim âteşi aşka yanup külli kül olmaya,

     Ne bilsin zevkını aşkın, ne duysun hâli şeydadan?

                                             *

     Gönlü murgı uçar her dem o dildarın hevasından

     Anın aşkı kanadile geçer arşı muallâdan!..

                                             *

     Gönüldür menzili canan, gönüldür vasılı Rahman,

     Gönüldür âşıkı sadık değil hali temennadan!

                                             *

     Firakın narına yandım, yetiş ey Yusufi Mısrî;

     Hicabı hicrünü kaldır ki bu Ya'kubı a'madan!

                                             *

     Senin hüsnündürür ya Rab ki Yusufta eder cilve

     Senin Aşıkındürür ya Rab zuhur eden zelihaden!

                                             *

     Bu gün ey dil temaşa kıl cemâli veçhi cananı;

     Şu kim görmez anı bu gün yarın olur o a'madan!

                                             *

     Kamu eşya eğerki kim haber verir cemâlinden,

     Veli insan olan ismin nişan verir müsemmadan.

                                             *

     Düşüptür derbeder âşık talep eder dilârayı,

     Dilâradır gönül içre haber ister dilâradan!

                                             *

     Kani Ferhad ile Şirin, Kani Vamık ile Azrâ?.

     Kani Mecnuni sergerdan? Haber ver bana Leyladan!

                                             *

     Çü sensin âşiku maşuk, çü sensin talibü matlup,

     Haber ver gel nedir şahım mürad olan bu gavgadan!

                                             *

   İsmail Maşuki cezbede ne kanun tanır, ne kaide. Aşıkla Maşuk kimdir, Söyler. Herşeyin insanda başlayıp insanda bittiğini fısıldayıverir gönüllere. O zamanda bir sürü insan (DİN ELDEN GİDİYOR) diye bağırmaya başlar:

 

     Bahri vahdettir, özün, dil gevheri yekdanesi;

     Şem'i imkândır ruhun, cânım anın pervanesi.

                                             *

     Nuri hüsnün pertevine âlem oldu cilvegâh;

     Zeyn oluptur anın ile mescidü meyhanesi.

                                             *

     Suretinde biz ki hakkın suretin gördük iyan,

     Men idemez bizi hakk'tan zahidin efsanesi!.

                                             *

     Ehli aşkın gözüne yeksan görünür daim,

     Ma'bedi abid ile hem rahîbin büthanesi.

                                             *

     Kevseri la'li lebin nuş etmiyen Hızr ise ger

     Abı hayvan içse dahi gelmez anın kanesi.

                                             *

     Sırrı ekber sahibidir sırrı meyhanem benim;

     Her taraftan cezbeder âşıkları humıhanesi.

                                             *

     Varlığın derdine sofi; ister isen ger ilâç,

     Kati nafidir sana sakimizin peymânesi.

                                             *

     Sat hezaran canı olsa cümlesi sana feda;

     Sen yetersiz can bana ey canımın cananesi!

 

   İnsanın öz'ü, mahiyeti, Hakk'tır. Hakk'tan başka bir şey yok. Varlık O'nun zuhuru; mevcudât, O'nun isbatıdır. Âlemlerin Rabbını ancak ayetler öğretir bize. Ve her zerre bir âyettir, her olay bir âyeti izhar eder. İnsan, bu âleme, kendini idrak için gelir; idrak edince de, gelen ve giden olmadığını; gelenin de, gidenin de kendi olduğunu anlar. O zaman (sen, ben) kalmaz; hep (O) olur bütün âlem.

   İşte İsmaili Ma'şukî'ye: << Ehli aşkın gözüne yeksan görünür daima; Ma'bedi abid ile hem rahîbin büdhanesi. >> Sözünü söyleten bu yüce idrâktir.

   Oğlan şeyh İsmail Ma'şukî şiirlerinde tevhid mertebelerini anlatır. Bir an gelir aşık, maşuk olur. Bir yerde kul Allah'ı, bir yerde Allah kul'u zikreder. Bu öyle bir iç içe sevgidir ki O'na iman diyoruz, aşk diyoruz, din diyoruz, idrak diyoruz. Kendinden kendine; kendini, kendine anlatış, açıklayış bu.

 

     Senin hüsnündür ey dilber, bu aşk ehlin eden hayran,

     Senin aşkın şarabıdır ciğerleri eden büryan!

                                             *

     Mezâhirde kamu yüzden cemâlindir salan pertev,

     Olur âşık kamu eşya, anın çün hüsnüne hayran.

                                             *

     Senin zâtındürür mescut, ana cümle eder secde,

     Mesâcette eğer âşık, kilisâda eğer rühban.

                                             *

     Senin aşkındürür ancak bu âlemde eden cilve;

     Gehi âşık, gehi ma'şuk, gehi ayık, gehi sekran!

                                             *

     Ne surette zuhur etsen seni ârif bilür şeksiz,

     Melâik sureti olsun ve ger perri ve ger insan!

                                             *

     Veli insan gibi mezhar olimaz zâtina hergiz

     Ki anı suretin üzre çü halkettin edüp ihsan.

                                             *

     Veli insan gerek kâmil ki ola sana âyine;

     Değildir sureti insan, ola hem sireti hayvan!

                                             *

     Hakikat ehline veçhin iyan ender iyan oldu;

     Cemâlin çeşmi münkirden ne gam ettin ise pinhan!

                                             *

     Şu dil kim duymıya aşkın, şu göz kim görmiye veçhin;

     Biri sengü biri a'ma buna natıkdürür Kur'an...

                                             *

     Tutuptur kûyi gerdunu seraser nalei uşşak,

     Çıkuptur kulleî çerha feganü nalei mestan!.

                                            *

     Senin derdindürür derman bu aşk ehlin belâsına,

     İlaâ etmez ana hergiz tabib olsa eğer lokman!

                                            *

     İçenler camı aşkından geçerler kendi varından

     Kim içerse bu şerbetten anın işi olur âsân...

 

   İsmail Mâ'şukî Allah - kul birliğini; vücud - ruh yakınlığını, Vahdet - kesret sırrını açıklarken coşkundur; Hakk'ın perdeleri açılır önünde de ne gizli kalır, ne esrar. Çırılçıplak gerçektir, nur'dur o. Söylerken cezbe ve aşk O'nu cûşettirir. Tıpkı bir kaynağın nebean etmesi gibi.. insanı kutsallaştırır mısralarında ama put yapmaz; put kırar, nefsin put olduğunu, benliğin putluktan ibaret bulunduğunu ifşa eder. Ve insana: << ey kutsal varlık, sen o'sun; O'nun sırrısın. Sen nûr'sun, sen ruhsun, sen ezel ve ebedsin. O halde sen yoksun, sendeki var; diri olan o, yaşayan o, söyleyen o, yürüyen o, gören o... o halde sen kim oluyorsun? Sen nesin? Hiç. Öyleyse bu caka ne? Bu benlik, bu hırs, bu ihtiras, bu çırpınış niye? Gözünü aç da gerçeği gör ve gafletten kurtul >> demek ister.

 

     Kalbin Allah olduğu için suretin Rahmândır;

     Kim mükevvin ismin ey meh, haliki evkândır.

                                             *

     Surete nispet mugayir görünür eşya kamu,

     Lâkin ol ma'ni yüzünden cümlesi bir cândır...

                                             *

     Ayni Hak oldu vücudum, kaçma ey hak sûreti,

     Hak ile Hak olagör, gel vehmi ko, şeytândır...

                                             *

     Nûş kıldı çünki ruhum şol şarabı aşkını

     Mest olup yitürdü kendin, baki ol sultândır.

                                             *

     Kim ki aşk ile vüudun bildi vü buldu bu gün

     Kendü kendözün yitürmedi; ulu sultândır.

 

   Evet, bir kişi insan vücudunun Hak olduğunu bilirse O'na nasıl el sürer? Bir kimse, insanın Hak ve sûretinin Rahman olduğunu müdrikse nasıl kötülük edebilir? Bu yüce anlayıştaki bir insan başkasını sömürebilir mi, başkasının hakkına dokunabilir mi?.

   Vahdet neşesi insan sevgisidir ve vahdet inancına sahip insanlar çalışmayı, insana hizmeti ibadet sayarlar. Bu ise, din adına nefsini doyuran, din adına itibar ve kişilik kazanan hiç bir adamı memnun etmez. Bu inançta olan kişi hiç kimseye kul - köle olmaz, kimseyi de kul- köle etmez. Başkalarına karşı kötü davrananların mümin olamıyacağını, başka kişilere tahakküm edenlerin mümin sayılamıyacağını haykıran bir veli elbette ki Hakk'a makbul, Halk'a makbul; fakat Hanedanı Osmana ve din adamlarına menfur olacaktı. Onun için İsmail Mâ'şukî 1529 yılında idam edildi. Yalnız, insanların bilmesi gereken bir şey var: Büyük ruhlar ölmez; onların idealleride yok edilemez. Zulüm onları kutsallaştırır ve yüceliğini ispatlar insanlığa. Ve bu belki de insanlığın en büyük talihidir.

 

7 - ŞEYH YAKUB: (1510 - 1589)

 

   Halk arasında Helvacı Baba diye anılan şeyh Yakub, Ömer dedenin halifesi Ayaşlı Bünyaminin halifesi Aksaraylı Pir Ali ve onun halifesi İsmail Maşukiden sonra melâmi hilafetini ahzetmiştir. 1589 yılına kadar yaşamış ve Kanuni Sultan Süleyman'ın şeyhülislâmı Kemal Paşazadeden alınan fetva ile 1529 tarihine idam edilen şeyhi İsmaili Maşukinin dini ve felsefi görüşlerini, vahdeti vücud anlayışını, şeyhinden sonra tam 60 yıl bıkmadan, yorulmadan ve korkmadan halka anlatmaya çalışmış, melâmiliği Anadolu halkına ve bilhassa İstanbul'lulara sevdirmiştir.

   Şeyh Yakub, âbit, zahid ve kaviyyülhâl bir adamdı. Cezbe ve aşkla konuşan şeyhine nazaran çok temkinli ve tedbiri idi. Bu bakımdan din adamları fazla aleyhinde bulunamadılar. Halka ve ihvana olan sevgi ve merhameti o'nu yüceltiyor; dertlilere derman olmaya çalışıyor, velayetin iktizası, insanlara himmet ediyordu.

   1589 yılında öldüğü zaman binlerce öğrencisi, binlerce hayranı ve yetişmiş halifeler vardı. Ölümünde Bozdoğan kemeri altındaki Bayram tekkesine gömüldü. Halk kabrini daima ziyaret ediyor; kabri bile melâmete alem oluyordu. Sonradan kabrini nakletmek zorunluğu doğdu. Kabri, Şehzade camii avlusuna nakledildi. Fakat İstanbul'lular orayıda ziyaretgah yapmaktan çekinmediler. Halk, bu aziz Veliye saygısını, ona, minnetini, ölümünden yıllar sonrada, izhar etmeye devam etti. İstanbul'lular cuma günü Şehzâde camiine koşar ve Helvacı Babalarını ziyaret eder, helva dağıtır, adak adar ve dilekte bulunurlardı. Helvacı Baba, çok sevdiği halkının bu isteklerine öylesine muhabbet doludur ki cenab-ı Hak, pek çok dileği kulları için imkân âlemine indirir ve halkın niyeti gerçekleşirdi. Bilhassa kadınlar akın akın ziyarete gelirlerdi. Sonradan hükümet bir hâl ve anlayışa yol açan bu dini akaide aykırı ziyaretlerin önünü almak için mezarını gizli bir yere kaldırmaya mecbur kaldı.

   Helvacı Babanın 1589 tarihinde vefatıyla melâmi postuna öğrencilerinden Şeyh Hasan geçti.

 

8 - İDRİSİ MUHTEFİ:

 

   İdrisi Muhtefi, ikinci devre melâmilerin en tanınmış ulularındandır. 1590 / 1591 yıllarında Tırhala da doğdu. Asıl ismi: Ali'dir. Kendisi şeyh Ali Rumi ismiylede anılır. Fakat asıl şöhreti ve kişiliği İDRİSİ MUHTEFİ ismiyle tescil edilmiş olup eserlerinde de bu isim kullanılır.

   Ali Rumi'nin amcası Sadrazam Rüstem Paşa'nın terzibaşısı idi. Bu sebeple Ali Rumi'de amcası yanında terzilik öğrenmiş ve Kanuni Sultan Süleyman'ın İran seferine terzi olarak iştirak etmiştir. Orduyu hümayun dönüşünde Ankara'ya uğradı. Bu sırada Ankara'da melâmi Şeyhi Ankaralı Hüsameddin'le tanışan Ali Rumi, Hüsameddine mürid oldu. Şeyh Hüsameddin dervişi Ali'nin ismini değiştirdi. Ali'ye (İdris) adını verdi. Ve onu yanında alıkoydu.

   Şeyh Hüsameddin'in yanında tevhid yolunu seçen Ali, kısa zamanda manevi mertebeleri aştı melamiliğin inceliklerini öğrendi. Hayatın anlamı değişmiş hayata başka bir gözle bakmaya başlamıştı. Vahdeti vücudu öğrenmemiş, vahdeti vücud olmuştu. Şeyhi, onu yetiştirdikten sonra bir gün dedi ki:

   << - İdris oğlum, artık sana verilecek bir şeyim kalmadı. Hepsini sana emanet ve devr ettim. Senin yerin İstanbul'dur. Bu kutsal emaneti koruyasın.>>

   İdris, artık melâmi şeyhi olmuş ve görevle İstanbul'a hareket etmişti. O devrin şeyh ve hocaları melâmilerin aleyhinde atıp tutuyor, onları (zındıklık) ve (küfür) le itham ediyorlardı. Ali Rumi sade bir vatandaş gibi İstanbul'a geldi Melâmi olduğunu kimseye söylemedi. Esasen: Hürriyet, eşitlik, kardeşlik ve adalete inanmış bir kişinin bu inanç ve düşüncesini açıklaması ifade etmesi, o devir için, azim suçtu. İsmaili Maşukinin idamına onun gerçekçiliği, halkın kendisine aşırı teveccühü sebep olmadı mı?.

   Ali Rumi bunları biliyordu. İdris, o'nun mana yönü idi. Ali ise maddi ve sosyal varlığını temsil edecekti. İstanbul'da ticaret hayatına atıldı. Kısa zamanda zengin oldu. Hac farizasını ifa etti. İsmi: Hacı Ali Bey oldu. Sultan Selim civarında büyük bir konak inşa ettrdi. Saray erkânı, vezşrler, şeyhülislâm, müftü, din adamları, zabtiyeler.. Velhasıl rical ve aydınlarla yakın ilişkiler kurdu. Onlarla dost olurken halkı da unutmuyordu. Konağı fakirlere açtı. Her yemekte sofralar kurulur, mahallenin tüm fakirleri o konakta karınlarını doyurur; o konağın melek yüzlü Hacı Ali Bey'in himmetiyle iş ve imkân sahibi olurdu herkes.

   Hacı Ali Bey zengindi, mal mülk sahibiydi amma o'nun inancında dünya tutkusunun yeri yoktu. Servet o'na huzur ve mutluluk veremezdi. Serveti nefsi için istememiş, onu hayır ve hasenat için bir vasıta kabul etmiş ve herşeyini hayır yoluna arz ve tahsis etmişti.

   Fakirlere açık sofrasında mahallenin bütün fakirleri karın doyururken, o, bir gönül sofrası olarak Hak erleri arıyordu. Seçtiği gençleri irşad ile mükellef olduğunu biliyordu amma kimse Hacı Ali Bey'in melâmi şeyhi olduğunu bilmeyecekti. Müritlerini titizlikle seçti. Bunlar Kırkçeşmede Peştemalcılar hanında çalışan işçilerdi. Bir nevi ahilikti bu. Melâmet gönüllere oradan akıp yayıldı her yana. Kısa zamanda şeyh İdris adında bir melâmi şeyhinin adı dilden dile, kulaktan kulağa dolaşmaya başladı. Sarayda bir telaş, hocalarda bir endişe vardı. Kimdi bu şeyh İdris?. Hafiyeler seferber olmuştu ama o'nu bulmaya kimse güç yetiremiyordu. Ulemâ da onunaleyhinde atıp tutuyordu. Ve bu kişiler tarafından ona (gizli) manasına gelen (Muhtefi) lakabı takıldı. Böylece melâmi idris, Şeyh İdrisi Muhtefi olmuştu.

   İdrisi Muhtefi tam 46 yıl Şeyhlik yaptı ve melâmiliği yaydı. Fakat o'nu kimse bulamadı. Çünkü o'na inananlar, onun için canlarını verebilirdi. Onu arayanlar, tanıyınca o'na mürit oluyordu. O Hakk'ın zuhurundan bir ışıktı. Hangi göz o'na değse aydınlanır; hangi gafil o'na uzansa gafletten uyanıyordu. Bu sebeple o'nu bulmaya kimse muktedir olamıyordu.

   İdrisi Muhtefi 46 yıl şeyhlik yaptı, melâmiliği anlattı. Kitaplar yazdı. Divanı ve eserleri İstanbul'un her köşesinde okundu, ders verdi. Fakat kimse 83 yaşında vefat eden Hacı Ali Bey'in,şeyh İdrisi Muhtefi olduğunu anlayamadı, bilemedi.

   1674 yılında İstanbul'da öldü. Cenazesi binlerce insan tarafından kaldırıldı. Namazı kılınırken mahallenin fakirleri gözyaşlarını tutamadılar. Zühd sahibi, takvada eşsiz sayılan ve herkesin saygısını kazanan Hacı Ali Bey, herkesin emin olduğu kişiydi. Ali Bey'in komşu ve dostlarından Şeyh Ömer efendi bir gün, Ali Bey'e:

   << - İdrisi Muhtefi isimli bir zât âlemi idlâl etmekteymiş. Hükümet tevkifine emir ve ferman çıkardığı halde bir türlü bulunamıyor.>> dedi. Şikayet ve üzüntülü bir tavırla konuşan, adeta İdrisi Muhtefi'nin yakalanamayışından müteessir kalan Ömer efendiye karşı muhabbeti olan Hacı Ali Bey Şeyh Ömer'e cevap yerine bir sual sormayı tercih etti:

   << - Mezkür şahsın delâleti hakkında bir ilm-i şer'î husule geldi mi? >>

   Ömer efendi:

   << - Hayır >> cevabını vedi. O zaman Hacı Ali Bey celâl ve muhabbet karışımı bir sertlikle şöyle konuştular:

   << - Niçin bir Müslümanın aleyhinde bu kadar şiddet gösteriyorsunuz; beni nasıl bilisriniz? İdrisi Muhtefi Benim; İsmim: Ali, lakabım: İdris'tir.>>

   Şeyh Ömer, sıdkıyet ve müminliğine inandığı Hacı Ali Bey'in bu sözleri karşısında önce şaşırdı, heyecanlandı. Fakat itiraz edemezdi. Çünkü Hacı Ali Bey yalan söylemez, şaka etmezdi. O'nu imanına, iman ediyordu. Bu heyecan ve şaşkınlık, bir süre sonra yerini hayrete ve hayranlığa bıraktı. İdrisi Muhtefi aleyhinde ve gıyabında söylediği sözlerden dolayı af diledi; Allah'a sığınıp tevbe istiğfar etti. Bu, bir uyanış idi. Gönlüne bir ateş düştü şeyh Ömer'in... Herşeyi unutmuş, kendinde bir hâl zahir olmuştu. Artık ne şeyhlik istiyordu, ne ilim.. Bir tek arzusu vardı; İdrisi Muhtefi'ye derviş olmak. İdrisi Muhtefi, komşusu şeyh Ömeri de tevhid halkasına almakta gecikmedi. İdrisi Muhtefi, ihvanını seçerken özel bir hassası vardı. İnsanların kalbini okuyor müstait olanları alıyor, olmayanlara karşı kendini gizliyordu.

   Aleyhinde çalışanlar, genellikle onunla dertleşir, o'na düşüncelerini açar, o'da böylece herşeyi yakından bilirdi. Gerçi o'nun bu tip açıklamalara ihtiyacı yoktu ama yine de olayları takip ettiği düşünülebilir. Çünkü gerçek melâmi, herşeyi Hak görür ama kendinin de Hak olduğunu bilir. Hayatın akılla güzelleştiği şuurundadır; İlim ve bilgi'nin gereğini kabul eder. Bunları elde etmek için cehd ve gayrete de inanır. Onun içindir ki İdrisi Nuhtefi gönül ve akıl arasındaen iyi ahenk kuranlardandı. Bu özelliği'dir ki İdrisi Muhtefi'nin 46 yıl gizli kalmasını sağladı.

   O'nun düşmanları pek çoktu ama gerçekten o'nu sevmemeye imkân yoktu. En büyük düşmanı kimdi, şeyhül islâm mı?. Hemen onunla dostluk kuruyordu. Çünkü biliyordu ki düşmanlık perdedir, cehildir, bilmemektir, yani vehim ve vesvesedir, karanlıktır. Bir insanı karanlıktan kurtarmak için ışık gerekmez mi? Bir şüpheden kurtulmak için o şüphenin gerçeğine inmek, bilinmezi bilinir hale getirmek yeterliydi. İdrisi Muhtefi'de bunu yapıyordu. Düşmanlarıyle dost oluyordu. Onlar göremedikleri, bilemedikleri, bulamadıkları İdrisi Muhtefi hakkında vehim ve zanla hükmediyorlardı. O ise, sabırla dinliyordu onları. Hacı Ali Bey olarak onlara kendini kabul ettiriyordu. Ondan sonra kalplerine nazar ediyor, istidat ve liyakat varsa, tıpkı şeyh Ömer'e yaptığı gibi << İdris Muhtefi benim >> diyordu.

   Sadrazam Halil Paşa, Şeyhül İslâm Mustafa Efendi gibi rical bu şekilde o'na mürit olmuşlardı.

 

9 - SARI ABDULLAH EFENDİ:

 

   Hicri 992 yılında doğdu.Magrıp şehzadesi Seyit Mehmet'in oğludur. Babası Seyit Mehmet, Sadrazam Halil Paşa'nın kardeşi Mehmet Paşa'nın kızı ile evlenmiş ve Abdullah bu kadından doğmuştur. Seyit Mehmet'in erken ölümü ile Abdullah'ı, Hacı Hüseyin ağa yetiştirdi.

   Hacı Hüseyin ağa melâmilerin ileri gelenlerindendi. Baba yerine koyduğu Hacı Hüseyin ağa vasıtasıyle Melâmiliğe, Halil Paşa yolu ile de Aziz Mahmud Hüdai'ye bağlamna imkânını buldu. Tahsilini İstanbul'da yaptı. Çocuk denecek yaşta Devlet hizmetine girdi ve (Tezkireci) oldu. Orduyu Hümayün ile beraber İran seferine katıldı. Göervinde başarı sağlamış, dikkati çekmişti. Sefer dönüşü hicri 1037 tarihinde Reisülküttâb oldu. Fakat bir süre sonra annesinin amcası Sadrazam Halil Paşa, sedaretten azledilince Sarı Abdullah  Efendi de, Reisülküttablıktan azledildi.

   Halil Paşa vefât ettikten sonra yine güneşi parladı. Vazifesini hakkıyle yerine getiren bir insandı. Doğruluğu, bilgisi, irfanı ve efendiliği ile yeniden lâyık olduğu göreve tayin edildi. Hicri 1041 yılında Reisürrikâb oldu ve Osmanlı Sultanı IV. Murat Han refakatinde Bağdat seferine katıldı. Memuriyet görevi reisülküttâb olarak devam etti. Kendi isteği ile hicri 1065 tarihinde Devlet memuriyetinden çekildi.

   Sarı Abdullah Efendi memuriyetten çekildikten sonra 6 yıl daha yaşadı. Hicri 1071 tarihinde 79 yaşlarında iken İstenbul'da vefât ederek Topkapı Maltepe yolu üzerindeki Maltepe kabristanına defnedildi. Kabrinin bulunduğu yer halen melâmi ulularının yattığı bir yer olup Kabristanın ortasında yüksekçe ayrı bir bölümdür. Burada lâli zadelerden Seyit Abdullah, Hıfzı Mehmet Abdülbaki, üçüncü devre melâmi ricalinden Mürefte'li Abdullah Hulusi efendi, Hacı Maksud efendi, Arif efendi, Kemal efendi ve Sabri dölen efendiler medfündur.

   Sarı Abdullah efendi Aziz Mahmud Hüdai'ye intisap ederek süluk görmüştür. Melâmi oluşu sonradan ve şöyle cereyan etmiştir:

Bir gün Sarı Abdullah efendi babalığı Hacı Hüseyin ağanın isteği ile birlikte kırkçeşmeye Peştemalcılar hanına gitti.Melâmilerin mahalli olan bu han'da dokumacılar bulunuyordu. Bir nevi lonca idi burası. Peştamalcılar odasına girince içerde 12 melâmi ulu'su oturuyordu. Hepside Sarı Abdullah Efendi diye nazar ettiler. Sarı Abdulla efendi bu bakışlar altında cezbeye düştü, kendinden geçti. Kendine gelince içinin nûrlandığını farketmiş ve kalbinde bir nûr parladığını görmüştü. Hemen kürkü ile göğsünü kapatınca 12 kişiden birisi, Abdullah'a tebessüm ederek:

   << -Abdullah, örtmeye hâcet yok; onu her göz görmez. Hemen ibkasına çalış.>> dedi. Abdullah efendi manevi nazarı alıp, kalbinde nûr parladıktan sonra babalığı ile birlikte Ayasofya camiine gitti. Orada Hacı Ali Bey'e mülaki oldu. Hacı Ali Bey, herkesin aradığı, eserlerini okuduğu ancak kendisini göremediği meşhur İdrisi Muhtefi idi. Sarı Abdullah melâmi şeyhi İdrisi Muhtefi'nin ihvanı olduktan sonra kalbindeki nûr ile bütün meçhulleri çözdü; Vahdet denizine dalmış, mana incileri ile donanmıştı.

   Abdullah efendi manevi âlemde seyrederken bir gün nefsine mağlup oldu ve zina etti. O zaman inkibâza düştü ve bu hâlden kurtulmak için ihvan önünde cezalanmaya razı oldu. Abdulla efendiye haddi şer'î ikame edildi. Bu şekilde eski halini kazanarak manevi feyz'i artmaya devam etti.

   İdrisi Muhtefi, Sarı Abdullah'ı çok seviyordu. Kısa sürede yetişen bu bilgili cezbeli ihvanını irşada memur etti. İdrisi Muhtefi Vefât edince Sarı Abdullah, kendinden büyük ve ileri olan kabâi hazretlerine biat etti.

   Sadrazam Halil Paşa ile birlikte seferde iken, Halil Paşa ve Sarı Abdullah, padişahın gazabına uğrayıp azledildiler. Bu keyfiyet, her ikisinin sonu olacaktı. Bu nedenle Halil Paşa şeyhi Aziz Mahmud Hüdai'ye sığındı. Sarı Abdullah ise kaçarak köy köy dolaşmaya başladı. Maksadı İstanbul'a gizlice gelip Sarayda nüfusu olan Koca Mustafa Paşa Şeyhine mülaki olmak ve onun kanalı ile saray tarafından affedilmekti.

   Halil Paşa, Şeyh Aziz Mahmud Hüdai'nin tavassutu ile affedildi. Çünkü Padişah da, Aziz Mahmud Hüdai'nin müridiydi Sarı Abdullah da Koca Mustafa Paşa Şeyhinin aracılığı ile affa uğradı. Bu olaylar cereyan ederken Kabâi Efendi vefât etmiş ve yerine Beşir Ağa geçmişti. Sarı Abdullah, Beşir Ağa'ya mülâki oluşunu şöyle anlatır:

   << - Padişahın gazabından korkup gizlice köyden köye İstanbul'a geliyordum. Bir köyde müsâfir kaldığım akşam, yatacağım sıralarda mâbeyn kapusuna bir uşak gelerek hanımın benimle görüşmek istediğini ifade etti. Bizzarrur râzı oldum; fakat ev sahibesinin bir fâhişe olması, yahut tanınmış olmaklığım ihtimali ile bî huzur idim. O sırada hanım mâbeyn kapusuna gelip kapu aralığında durarak bana:

   Abdullah Efendi yabancı değilim. Sizi bir kaç kere Efendimizin huzurunda gördüm. Birşey soracağım. Efendimiz intikal buyurdukları vakit kendilerindeki emaneti kime teslim ettiler? dedi.  Ben, Kâbâi Efendinin vefâtını henüz bilmiyordum. Dedim ki:

   Vefatlarından haberim bile yok. Yerlerine kimin kaim olduğunu nereden bileceğim. İkimiz de Allah'tan hidâyet temenni edip ağlaştık. İstanbul'a gelip afvedildikten sonra Sâhibi zamanı aramağa başladım. Bir gün müteessirâne Hacı Kâbâî Efendiyi ziyarete gitmiştim. Kabir yanında Beşir Ağa'yı bir kaç kişi ile otururlarken buldum. Yüzüne bakınca nazarından cezbelendim ve Gavs olduklarını kalben tasdik ettim. Derhâl gidip elini öptüm. Yanındaki zât

   Abdullah Efendi pek geç geldin! dedi. Ben de: Hamdolsun; hacere, şecere secde ederek gelmedim. Hakikatlarına müteveccih ve kabullerine müterakkip idim. dedim, Yine o zât

   Fakat bu kadar gecikmek sana yakışmazdı. Deyince Beşir Ağa: Sen sus; bu, zevk işidir deyip beni kabul ettiler. >>

   Bütün melâmiler gibi Vahdeti vücud'a kaildir; İnsanın Hak olduğuna, bu hüviyetin zahirine aldanmamak gerektiğine; vücudun bir gölge mesabesinde bulunduğuna işaret eden Sarı Abdullah efendi vahdet neş'esini mısralarında mertebe üzere bir öğretici olarak dile getirir. Tevhid için yazar, tevhidi anlatır. Tevhid yolunun incelikleri onda bir sanat hüviyetiyle zuhura gelir.

   Eserlerinde melâmi ulularının hikâyeleri, fikir ve düşünceleri yer alır. Mesnevi'yi şerh etmiş ise de bu şerh tamamlanamamıştır. Hülefâi Raşidin, Nakşibendi tarikatı silsilesi, Halvetiye ve Mevlevi silsileleri Sarı Abdullah efendinin yakından ilgilendiği konulardır. Bilhassa Şeyhül Ekber Muyiddini Arabi'nin eserleri üzerinde durmuş ve melâmetle ilgili bütün bölümleri tesbit, neşir ve şerh etmiştir. Ruhun hakikatı, kader, ervâh gibi meseleler her tevhid ehlini olduğu gibi Sarı Abdullah efendiyi de yakından ilgilendirmiş ve eserlerine konu olmuştur.

   Melâmiler dünya tutkusu olmayan, fakat hayatın yaşanmaya değer olduğunu bilen ve kalpleri insan sevgisi ile dolu olan kişilerdir. Sarı Abdullah efendi de bir melâmi idi. Şekil değil, ruhtu aradığı o'nun. İkbâl değil, huzur; Dünya saltanatı değil, mana yüceliği istiyordu. Onun için alimdi, fazıldı, mütevekkil ve mütevazi idi. Rahmet ve merhamet sahibi idi ve onun içindir ki insanları mutlu kılacak melâmet'i herkese anlatıyor, öğretmeye çalışıyordu.

   İnancı icabı tabiatı, açıklığı seviyordu.Asüde yaşamak hoştu Sarı Abdullah'a. Bu bakımdan çiçekçiliğe, bahçeye çok meraklı ve bu konuda usta bir kişi idi. Zaten bu özelliğindendir ki << şükûfe perveran üzerine reis ve mümeyyis >> tayin edilmiştir.

   Şiir ve nesir sanatında usta bir kişi olduğundan vahdet düşüncelerini beliğ ve ikna edici bir üslûpla sunabiliyor; bu da o'nun etkisini çoğaltıyordu. Bu gün bile ilâhileri dillerde, sözleri gönüllerdedir. İlâhi halinde okunan ve:

     <<Hudâya hamdi bî gaye ki lutfu bî nihayettir;

           Sâlat olsun rasuline kim ol hatmi risâlettir.>>

diye başlayan 105 beyitlik kasidesi bu gün bile, en çok rağbet gören ve melâmilerce üstün tutulan bir eserdir.

 

10 - BEŞİR AĞA:

 

   Beşir Ağa, takriben 1573 yıllarında doğdu. Doğum yeri Koniçe (Arnavutluk) dir.İstanbul'da sarayda Bostancılar Ocağına girmiş, genç yaşında Silivri'de bir çiftlik almış ve sütçülükle iştigal etmiş olduğundan kendisine Sütçü Beşir Ağa denir. 20 yaşlarında iken tevhid aşkına düşmüş ve bu arada bir berberin rehberliğinde İdrisi Muhtefi ve halifesi Hacı Kâbâyî mülaki ve onlara mürit olmuştur.

   Kabâyî'nin vefâtı ilehilâfet ve kutbiyet Beşir Ağa'ya intikal etmiştir. Beşir Ağa ümmi bir zât olmasına rağmen gördüğü itibar ve saygı, tarikat şeyhlerinin hased ve kıskançlığına sebebiyet vermiş ve aleyhine dedikoduların çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bilhassa Bektaşi ve Hurufilerin konağında misafirlikleri devlet ricalini de rahatsız ettiğinden, sadrazam Köprülüzâde Fazıl Ahmet Paşa'nın Uyvar seferi diye anılan Avusturya seferi sırasında, Şeyhülislâm Sunî zâde'nin fetvasıyle 1663 senesinde Fenerbahçe'de fener açıklarında 40 müridiyle boğularak öldürüldü. Ölümünde 90 yaşındaydı.

   Beşir Ağa okur, yazar değildi, Ümmi amma cezbeli bir velî idi. Kendisi ikinci devre melâmiliğin Hamzâvî koluna mensuptur ve ikinci devre melâmilerin son şeyhlerinden biridir. Onun ölümü ile yerine  Bursa'lı Seyit Haşim geçmiş ise de melâmilik 1663 den sonra âdeta gizlenmiştir.

   Beşir Ağa çok etkili bir şahsiyete sahipti. Onun gayreti ile melâmilik geniş bir çevreye yayılmıştır. Nitekim idamından sonra 40 müridi de onun peşinden ölüme koşmakla saray endişeye kapılmış, sadrazam, halkın galeyanından korktuğu için  Şeyhülislâmı azletmiş ve hükümetini suçlu olmaktan kurtarmak istemiştir.

   Bir ümmi olan Beşir Ağa'nın şu mektubu onun ne derece muktedir bir mürşid ve büyük bir insan olduğunu gösterdiğinden biz de aynen alıyoruz:

   << Vâsılânı nûri lika, âşıkânı sırrı Eniyâ vü Evliyâ ve tâlibânı vaslı Hudâ!

   Nedir hâliniz? Her biriniz tenhanızda kendi vücudunuzdan istiğfâr idüp mahabbetullaha sa'yü gûşiş eyleyüp nûri zâtı pâki lâ yezâl ile mütecellî olurmısız?

   Ef'alü akvâlden şer'i şerif üzre hareket eylemenizi isterim. Zinhâr, zinhar; hilâfı şer'i şerif kendi za'mınız ile söz söylemeyesiniz.! Şeriat, şeriat, yine şeriat!...

   Kavilde ve fiilde zâhirinizi şeriat ile ârâste ve bâtınınızınûri muhabbet ile pîrâste eyleyüp rûhânî ve nûrâni  olmak gereksiz! Birbirinize mülâkî olduğunuzda tenezzül ve mahabbetinizden sonra ahkâmı şeriat ve âdâbı tarikat muktezasınca ma'nâya delâlet eden kelimât tekellüm eyleyüp malâya'nî söz söylemeyesiz! Yüzbin söz bir pula değmez. Kelâm, ma'nâ yolu bilinmek ve bulunmak içündür. Câna necât, ma'nâ iledir; söz ile necat bulunmaz....

   Yolunuzu candan ilzleyüp ma'nâya vusûl içün Cenâbı Rabbül âlemîn huzurunda teveccühi tâm ile müteveccih olup bîhâsıl kelimattan feragat eyleyesiz! Ma'rifet zannedüp sattuğunuzkelimâttan zarar terettüp eyledüğün bilmezmisiz?

   Haramdan perhîz eyleyüp devre müteallik kelimâtı min ba'din lisânınıza getürmiyesiz!  Her kim mütenebbih olmaz ise ve hilâfı şer'i şerif hareket eder ise bizden değildir. Lisânı kesilmek gerek!..

   Ve netezzülü dil ile idüp secde misâli yer ve diz öpmiyesiz; rızâm yoktur. Musâfahayı ehli şer kabül eder. Tenezzül, gönülden olur. Birlik içündür;

   Beşir (*) . >>

   Beşir Ağa'nın ölümü ikinci devre melâmiliğin sonu kabul edilirse de, bu, zahiri bir beyan ve ifadedir. Yoksa melâmilik bitmiş değildir. Nitekim Beşir Ağa'dan sonra riyaset Bursal'lı Haşim Efendi'ye, ondan da Şeyhül İslâm Paşmakçızade Seyyid Ali Efendi'ye intikal etmiştir.

   Seyyid Ali Efendi'den sonra melâmilerin ulu'su olarak sadrazam şehit Ali Paşa'yı görürüz. Böylece manevi irşâd sırlanarak tâ Seyyid Muhammed Nurül Arabi'ye kadar devam eder.

 

(*) Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, 1930, İstanbul, sa: 160.

 

İSLÂMDA MELÂMİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ

 

Yusuf  Ziya  İNAN / 1976