Hakk'ı İstersen Yürü İnsan'a Bak

BİRİNCİ BÖLÜM İSLAM VE MELAMET‏

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

İSLAM VE MELAMET

 


 

   Hazreti Muhammed (s.a.v) İslam dininin kutsal peygamberi, Peygamberlerin sonuncusu, Nebilerin en yücesi, Allah'ın rahmeti ve sevgili Habibi'dir.

Alemler yaratılmadan o, vardı. Allah gizli bir hazine idi; bilinmekliğini muhabbet etti. Bu muhabbetten Muhammed, Muhammed'den de alemler doğdu. Ve o'nun içindir ki, ADEM, toprakla su arasında iken, MUHAMMED ALEYHİSSELAM, PEYGAMBER'di.

   Hazreti Resulullah insanlığa rahmet olarak gönderildi. Allah'ın yüceliği, O'nun bu aleme teşrifi ile ışık halinde gönüllere sindi. İnsan sevgisi o'nda kutsal bir inanç; insana hizmet, O'nun varlığı ile ibadet değerini kazandı. O, tebliğ ettiği din ile, insanı kutsallaştırır. İnsanlar arasındaki farkları eşitlik ilkesi ile kaldırırken, Allah inancının da sevgi olduğunu açıklar. Hazreti Muhammed, (s.a.v) Allah'ı hayat ve hayatın içindeki en büyük gerçek olarak gösterir ve gönülleri o yola çeker. O'nun Allah inancında korku yoktur, sevgi vardır; şekil değil, ihlas ve öz hakimdir. Çünkü o, beşeriyetin eksikliklerini tamamlamaya, hataları düzeltmeye, ahlakı gerçekleştirmeye memur son Peygamberdir. İnsanı insan olarak değerlendirecek ve o'nu hayat ortamında kutsal yerine oturtacak en yüce müjdeleyicidir.

   Hazreti Peygamber:  "- Ben, ceddim İBRAHİM'in dinini tamamlamaya gönderildim."

   "- Ben ahlakı itmama geldim" derken bize hem birlik ve vahdeti; hem de sevgi ve ahlakı öğütlüyordu. İbrahim'in dinini tamamlamaya gelmesi, dinlerin birliğine ve aynı kaynaktan nebean ettiğine işaret ederken; ahlakı itmama gönderilmesi de, beşeri ve insani değerlerin tüm insanlığa ait müşterek bir miras, insan tecrübesi ve insan aklının eriştiği müşterek değerler olduğunu saptamaktadır.

   O yüce Peygamber bize imanın şartını insan sevgisi olarak sunar ve insanların saygınlığını, Allah'ın varlığını izhar ve idrak eden sujeler hüviyetiyle ispatlar ki, bu yeni idrak ve anlayışta insan sevgisi ve insan eşitliği, dini prensip olarak hayata belki de ilk defa sunulmaktadır. O'nun inanç ve din anlayışında; her zuhur Hakk'ındır, Haktır ve yaratılan her şey  kendi mazhariyetinde kemaldedir. Onun içindir ki abes yoktur. Hiç bir şeyi kerih görmeye, hakir görmeye imkan yoktur Kibir ve üstünlük yasaktır. Çünkü Allah'ın saltanatında noksanlık yoktur. Yaratılışın eksikliği söz konusu değildir. Çirkin ve güzel, doğru ve yanlış ayırımı ancak bize nisbetledir. Yoksa Allah indinde ne çirkin vardır, ne güzel. Ne yanlış söz konusudur, ne de doğru; Zira Allah doğru işler, yanlış yoktur Allah katında. Çirkin de, güzel de yoktur. Her yaratılan yaratıldığı için güzeldir. Nitekim bir gün Peygamber aleyhisselam giderken bir eşek leşine raslayan sahabe kokudan rahatsız olup  burunlarını kapar ve başlarını çevirirken, Peygamber aleyhisselam: "- Şu mübareğin dişleri ne güzelmiş" diyerek leşe bakar ve yanındakileri uyarmayı kendi için görev sayar. Evet, her şey bakışımaza göre değer kazanır, amma her şey de güzel bir taraf olduğu mutlaktır ve asıl insanlık, o güzel şeyi görebilmektedir.

   Hazreti Resulullahın varlığı öyle bir lütuftu ki, insan idrakinin çok ötesinde kaldı. O'nun Allah'ın rahmeti olduğunu anlamak istemedi insanoğlu. Ve bu ilahi keremden yararlanmasını bilmedi cennetten kovulan Ademoğulları. Gerçek şu ki, insan HAİKAT'ı görmekten adeta aciz. Olaylara baktığımızda Adem'in cennetten kovulması, insanın gafletle perdelendiğini kanıtlıyor. Sanki ilk günah varlığımızı taa derininden bizi kovalar, sanki insan doğuş sırrını da beraberinde getirip götürmede. İlk insanda başlayan bir arama ihtiyacı acz ile birleşince tabiat afetlerine tapma olasılığı doğdu. Zamanla toplumsal yaşam teessüs etti; ve o sıralarda, Tanrısal kabul edilen tabiat afetlerinden daha tehlikeli bir şey tehdit ediyordu insanı. Bu tehlike, kuvvet ve kudret sahiplerinin korkunç ve merhametsiz baskısı, merhametsiz ihtiras ve istismarı idi. Böylece tabii afetlerden korkarak Tanrı gücü sanılan Su, Rüzgar, Fırtına, Şimşek, Güneş, Yıldırım vs.nin yerini yavaş yavaş İnsan hüviyetindeki TANRI'lar aldı.

   Zaman hep kendi kemalini izhar eder. Her zuhur, kendi şartlarının rengini gösterir ve tarih çeşitli görünümü ile değişmez bir'i anlatır bize. Fakat olayların derinliğinde şaşılacak bir benzerlik ve ayniyeti farkeden çok az kişi var. Çünkü herkes tekamüle inanır ve her varlık bir öncekinden ileri olduğunu iddia eder. Oysa ki her varlık, varlık sırrındaki oluşumu ile mükemmeldir ve tekamül yok, zuhur vardır. İlerlemeden çok açıklama ile geçer beşer hayatı. Tekamül dediğimiz şey, bir takım bilinmezi bilinen haline getirmekten başka nedir ki. İnsanoğlu yıldızları fethederken yine zalim, yine gaddardır. Eskiden kılıçla adam öldürenler bu gün bomba ile, ışınlarla aynı şeyi yapmıyormu? Medeniyet ilerledi derken ozon tabakalarını ve insanlığı mahvedecek atom silahlarını patlatma olaylarını neyle izah edebiliriz? İlk insandan bu yana değien çok şey yok. Mesafeler ve zaman kalıntıları ortasında belki de sadece söylediklerimizin bildiklerimizin bir tekrarına, bir zuhur ve izah imkanına sahip oluyoruz. Bir de insan idrakinin sürekli gelişimi içinde PUT'lardan TEK ALLAH inancına varışımız söz konusu.

   Tek Allah inancına varmak için asırlar gerektiyse, bunun nedeni putlarımızın çokluğudur. Her özlem bir puttur, her istek bir put olur insana. Ve her ihtirasın gerisinde bir put yatar. Bunu sezmek için asırlar ve olaylar gerektiğinden putperestlik çok sürmüştür insan hayatında. Ancak bu gün tek TANRI inancına vardıysak bununla kemalde olduğumuz söylenemez. Dediğim gibi herkes kendi kemalindedir ve her doğan kemal üzeredir. Amma bu genellikle kişisel değerlendirme için söz konusu olur. Aslında insanoğlu hiç bir zaman mükemmelde duramaz. Mükemmel öyle doruk noktadır ki herkes oraya varırsa yaşam biter. Zira yaşamak mücadele etmektir. Hayat farklılıkla ve savaşlarla var. Hayatın varlık sırrı da zıtlıklardır. Kadın-Erkek ayrımı olmadan beşeriyet olmaz. Dişi-Erkek, müsbet-menfi, doğru-yanlış, iyi-kötü tezatlarıdır ki hayatı ve varlığı simgeliyor. Işık için zorunlu olan zıtlık, varlık için de aynı şekilde geçerli. Çünkü varlık bir zuhur ve görüntüdür, görüntünün ise kendi kuralları elbetteki olacaktır.

   İnsan, doğarken eksik ve ihtiyaçlarıyle müzeyyendir. Eksiklik, kendi özüne dönüş içindir, yani kişi kendi özüne gafletle zuhura gelir ve yaşamı süresince kendini arama özlem ve rahatsızlığı içindedir. Bu özelliği onu isteklerle donatır ve yaşamını putlarla şekillendirip durur. Böylece Ademoğlu, kendi varlığından uzaklaştırdığı nice putlarla kucak kucağadır ve hayatı bu sonsuz istek ve ihtiyaçların adeta esiridir. Ve kişi, hayatında her kırdığı putun yerine bir yenisini ikame etmekte, her tatmin olunan arzu bir yeni arzuyu yeşertmekte, her yerine getirilen ihtiyaç bir yeni ihtiyacı doğurmaktadır. Bu daimi oluşumda, her idrake bir kara gaflet perdesi gerilerek, her aşama bir yeni put ile şekillenir.

   Putları kıran PRENS GOTAMA'nın BUDHA olarak putlaştırılması; Firavun AHEN-ATEN'in öldürülmesi  insanlığın acz, cehalet ve taassubunu yansıtan önemli tarihi hadiseler olarak karşımızdadır. Gotama bize, insan idrakinin sonsuz aydınlığından seslenirken putu kırar, kişinin mahiyetini ifşa ederken o'nu Tanrılaştırır. Amma ona tabi olanlar daracık idrakleriyle neyi görebilirlerdi ki... Onlara göre erişilmez bir perdeydi Gotama ve hiç birisi o'nun kendilerine seslendiğini, kendi içlerini açıkladığını düşünemezlerdi. Düşünce ve idrak fakirleri o yüce Gotama'yı putlaştırmaya yetti ve arttı bile. Ötede bir başka sebep bir başka olay gene aynı sonuçları veriyor. Ahen-Aten yücelikler yücesinde bir pırıltıdır. Firavun olarak esir tuttuğu insanların Allah'ın kulu oldukları inancındadır. Kendisinin bir Tanrı olmadığını bilir ve tek Allah idrakinde tebaasına tevhid dinini telkin etmek ister. Fakat idrak kıtlığı ve şahsi çıkarlardan oluşan büyük bir engel vardır önünde. Kahinler Firavunların Tanrılığı ile şahsi saltanatlarını sürdürmektedir. Halk ise henüz o idrak ve eğitimden uzaktır. Ahen-Aten tutumu ile kahinlere ihanet etmiştir. Ve yine onlar tarafından cezalandırılır. Ahen-Aten'in delirdiğine karar vererek O'nu öldürürler. Sonra da: Yüce Tanrımız öldü, diyerek mezarını yapar ve yeni bir Tanrı ihdas ederek şahsi çıkarları ve saltanatlarını sürdürme imkanını bulurlar.

   Tarih bu tip olaylarla doludur. Ve her hadise insan zannıyla süslü, insan vehmi ile perçinlidir. Her insan, kendi karanlığını aydınlık sanır. Çoğu zamanda kendi gaflet ve cehaletini sezemez. Sezmemesi de  doğaldır. Zira her esma kendi mazhariyetinde kemaldedir dedikten sonra mazhariyete, layık olmadığı sıfatı vermek doğru olmaz. Bir bok böceğini boktan çıkarıp güle korsanız yaşama imkanı kalmaz; keza bir Bülbül de boklukta ötmez. İnsan için fark edilmesi zorunlu olan budur: Her şeyi yerli yerinde Hakk bilmek ve o yere ona saygı duymaktır. İnsanlar ve canlılar için gerekli olan bu kural zaman için de geçerlidir. Her asrın kendi şartları vardır ve hangi şartta bulunacağı onun varlık ve kayyumiyetinde gizlidir. Onun için her çırpınış bir varlık görüntüsü olarak değerlidir amma hiç bir zaman olan'ı değiştirmek ya da durdurmak mümkün olmamıştır. Olamıyacaktır da.

   İnsan her zaman kendi gücüne inanmıştır amma daima güçsüz olduğu gerçeği ile burun burunadır. Bu güçsüzlük, o'nun idraksizliğidir; İdrak yönünden henüz kemale erememiş bulunmasıdır. Asırlar gerisinde kalan  tarihi olaylara baktığımız zaman bu idraksizliği açıklıkla görmek mümkündür. Hindistan'da ki kast sınıfları ve sınıf kavgalarının kökeninde din taassubu ve kişisel idraksizlik yatar. Ortaçağ karanlığında insanlığın yüz karası olaylar bir idrak noksanlığı değil mi? Daha dün sayılacak kadar geride kalan kanlı HAÇLI SEFERLERİ koyu bir Hıristiyan taassubunun kıvılcımlarında tutuşturulmuş bir idrak yoksunluğu eseri olmadı mı? Yirminci asrın İngiltere'sinde her gün yeni bir cinayete sebep olan İrlanda olaylarının Katolik-Protestan kavgasından güç aldığını bilmeyen kaldı mı? Ve tüm bu olayların gerçek nedeni tam bir taassub ve idraksizlik olduğundan önünü almak adeta imkansız hale gelmektedir. Avrupalı ve Amerikalı Türk-Yunan ilişkilerinde tarafsızlıktan kayarak daima yunanlıyı kayırması şüphesiz ki Hıristiyanlığın taassub ve tarafgirliğinden başka bir sebebe bağlanamaz. Bu gün dünya üzerinde yaşayan insanların yakından izledikleri NOBEL armağanlarının her zaman bir Hıristiyana verilmesinin gerçek nedeni herhalde onların üstünlüğü değildir. Buradada  dini taassub ve kayıtların etkisi açıkça ağırlık kazanır. Ve ne yazık ki insan sevgisini simgeleyen, İnsanları birleştirmesi gereken dinler sosyal ortamda beşeri zaaflarla zedelenerek bir birlik ve sevgi unsuru olamamaktadır.

   Gerçekte dinler insan sevgisini simgeler. İnsan için vardır ve insanlığın mutluluğunu tahakkuk ettirmek için tebliğ edilmişlerdir. Din, insan sevgisini telkin eder; hoş görü ve fazileti sunar, adaleti gerçekleştirir. Beşeriyetin en yüce ve en kutsal sosyal olayı ve sosyal reailitesi din'dir. Tatbikatta da en büyük cinayetlerin, katliamların ve düşmanlıkların simge ve nedeni de gene dinlerdir. İnsanlığı kemiren ve hayat içinde insanı huzursuz kılan bu çelişkinin sebebi ne? Birleştirici olması gereken din neden ayrıcalık unsuru? Bu öyle bir kin ve nefret kokuyor ki, yalnız dinler arası değil, aynı dinin mensupları arasında da merhametsizlik ve kötülüğün başlıca aracı halinde. Katolik-Protestan Sünni-Şii, vs.gibi. Her dinin içindeki bu ayrıcalıktan ölenlerin sayısı sayılamayacak kadar çok. Ya  ızdırap çekenler? Onları sayılara sığdırmak imkansız. Dinler Allah'ın emri olduğuna göre bu ayrıcalık ve kötülük din'den değil, insandan nebean ediyor. İnsanlığı cephelere bölen, onları birbirine düşman eden din değil, cehalet, taassub ve idraksizliktir.

   Dinin İnsanı yücelttiği ve insanı koruduğu bir gerçek. İnsan, din sayesinde hür ve kişiliğine sahip. Ve bu gerçeği bir beşeri düstur olarak kabul etmek zorunludur. Çünkü bütün düşünce yapıtlarında dini etken en büyük rolünü oynamıştır ve insanlar ancak bir dini kurala bağlı olarak yaşamak ve devam etmek olanağını ve fazilete yükselme imkanını bulup gerçekleştirmektedir. Bu açık gerçek ile tatbikatta görülen çelişkilerin derinliğinde insan egosu ve idraksizlik yattığını söyledikten sonra olayların ilham ettiği  konulara dikkat etmek zorunluluğu doğmaktadır.

   İnsanı mutlu kılmak için ihsan ve lütfedilen din, kendi salikleri tarafından daima bir düşmanlık ve kötülük aracı, bir ayrıcalık olarak kullanıldı. Tolerans ve sevgi, her dinin ilk emri iken, din mensupları bu anlayışı yalnız kendi inançlarını benimseyenler için bir kural gibi kabul ettikten sonra başka inanç ve görüşte olanları kafir ilan ederek onlara karşı en büyük düşmanlığı, gadrı ve zulmü reva ve Hak görüp hepsi birbirine karşı birer canavar, birer kurt kesilmiştir. Böylece dini taassub ve dini körlük insanlık tarihinde en kanlı olayların nedeni ve en büyük cinayetlerin ilk etkeni olmuştur. Ve dikkat edilirse tarihin pek çok kanlı olayında din adına yapılan katliam ve zulmün gerçek nedeni daima din salikleri, aşırı ve mutaassıb müritler, dinden faydalanan din adamları ve dini taassubu istismar eden devlet ricali olmaktadır. Bunun içe doğru tetkiki bir gerçeği ortaya kor: İnsan egoist ve nankördür. Kendi çıkarından gayrısını düşünmez. Cehalet ve taassub içindedir. Bu bakımdan hatalarını da müdrik değillerdir. Samimi nice dindar vardır ki beyni çalışmadığı, cahil olduğu için dinin şekline mahkum ve köledir. Bunlar daracık idrakleriyle inandıkları şeyleri körü körüne benimsediklerinden kendi fikir ve inanışlarına uymayanları kendilerine düşman görürler. Ve kendi inançlarının kalıpları içinde kendilerinden başka herkesin yanlış yolda olduğu zannı ve vehmi içindedir. Vehim ise şeytandır. İşte bu şeytan bir an en büyük zalim, en büyük canavar, en büyük tehlike oluverir. Ve o zaman insanlık bu idraksizliğin cezasını çok ağır ödemek durumunda kalır. Körler ve haris insanlar görmez. Ve Kur'anı kerimde Cenabı Hakk şöyle buyurur: " Bu alemde kör olan öbür alemde de kördür."

   Hazreti Musa'nın Firavunla kavgası, Hazreti İsa'nın çarmıha gerilmesi olayı, Hazreti Muhammed (s.a.v)'e kavminin reva gördüğü muamele hep bu körlüğün eseri olmadı mı? Din adına insanları engizisyon mahkemelerinde akıl almaz işkencelerle ölüme mahkum eden zihniyet işte bu taassub ve körlüğün gafletidir. Din ve mezhep kavgalarının derinliğinde bu beşeri hırs ve gaflet yatar.

   Ademoğlu esasında gafletin eseridir. Öyle olmasaydı Hz. ADEM memnu meyveyi yemezdi. İlk insandan bu yana hep o gafletin tarih sahnesinde baş aktör olduğunu görüyoruz. Bu günkü teknik medeniyet ve teknoloji de gaflet ve hırsın eseri

değil mi? Aksi olsaydı insanoğlu Atom ve Hidrojen bombalarını, o korkunç ve öldürücü silahları yapar ve yeni silahlar aramaya devam edermiydi? Uzun düşünmeye ne hacet. Otomobil ekzoslarından deterjan artıklarına kadar her şey tabiatı zehirlerken hala aynı medeniyet ve teknik anlayışta direnmek gaflettewn başka neyle açıklanabilir?

   Evet, Ademoğlu gaflet ve cehliyle teknik medeniyetin zirvesine hızla tırmandı amma kendisi hakkında hiç bir bilgisi yok. Esasen olmadı da. Buna muktedir olan veliler ise hiç bir şeyi değiştirmeyi denemedi. Çünkü her şey kendi kaderine, yaradılışına, istidadına göre gelişir ve bu alemde herkes mazurdur. Her esma istidadı kadar anlar, o kadar bilir. Ancak değişmeyen bir gerçek vardır ki olaylar bize hep onu hatırlatır. Ademoğlu bir hayvandan, bir canavardan farksızdır, yaşamında zalim ve egoisttir. Her şey de nefsini düşünür ve onun içindir ki İslamın yüce Peygamberi: (-Vücudumuzdan büyük günah yoktur) mealinde ki kutsal sözü ile insanlığı ikaz etmiştir.

   İşte bu çelişki dolu gaflet aleminde daima uyananlar ve uyanıklar olmuş; insana ışık tutacak, ya da ışık olacak büyük kişiler yetişmiştir. En büyük günahtan kurtulmanın çaresini bulan Veliler, Nebiler, Arifler her devirde görülmektedir. Bunlar çağlarında önderlik etmiş, kimi din getirmiş, kimi mezhep veya tarikat kurucusu olmuş, kimisi de mütefekkir ve filozof olarak yeni sistem ve düşünceleri oluşturmuş; nefsin mağlubiyeti için çeşitli yollar önerirken faziletin ve insanın yücelmesine önemli katkıları olmuştur. Hepsi de ayrı ayrı ton ve tarzlarda, dine itaatın, nefsin boyunduruk altına alınması gereğinin savaşını vermiş ve insanlığa örnek davranış ve tavsiyelerde bulunmuşlardır. Onların inanç ve sistemlerinde beliren ve simgelenen büyük aydınlığın adı TASAVVUF ve TEVHİD'tir.

   Tasavvufun öğrettiği ilim: Tevhid, tevhidin hedefi ise melamet olunca tevhidin de ne olduğu üzerinde bir nebze durmak gerekiyor. Cüneyd'i Bağdadi, tevhid için: ( Tevhid, kadim olanı hadis olandan ayırmaktır) derken  El-Buşenci: ( Tevhid,senin, sıfatları kaldırılmadan Tanrının zatlara benzemediğini bilmekliğindir) tarifini veriyor.

   Zu'n-Nun-il Mısri şöyle der: ( Tevhid, senin, Tanrının kudretinin eşyaya karışmaksızın eşyanın içinde bulunduğunu ve eşyayı da müdahalesiz yarattığını , her şeyin illetinin o'nun mahsulü olduğu ve o'nun sun'una da hiç bir illet bulunmadığını yüce göklerde ve alçak yerlerde Tanrıdan başka müdebbir olmadığını ve o'nun senin her türlü tasavvurunun hilfına olduğunu bilmendir.

   İsmail Hakkı Hazretleri tevhidi, RAB ile ABD'ın ittihadı olarak görür. Ve ŞEYH EBU'L-HÜSEYİN EN NURİ: ( Tevhid, benzetme düşünceleri karışmaksızın, Tanrıya işaret eden her düşüncedir) diyerek tevhidin arazdan kurtulma ve benzetmeksizin Hakk'ı mutlaka tefekkür olduğuna temas eder.

   Tevhid, Hakikate varmak için geçilen bir yol, ya da Hakikati idrakte kullanılan bir ilim, bir araçtır. BİRLEME olunca tevhid kalmaz ortada. Zira tevhid, şaşılıktan kurtulmak, vahdet zevkine ermektir. Tevhid bir yoldur ki, kişiyi Hakikate eriştirir ve vuslatla tevhid sona erer. Çünkü tevhid, tahkik kapısıdır. Tahkikte olan tevhid'den bahsetmez. Bilen susar, susan bilmenin ötesinde bir hal ve tavır içindedir. Konuşan ise o yüceliklerin haz ve halinden uzaktadır. Onun için Cüneyd'i Bağdadi Hazretleri: " Tevekkül kalbin amili, tevhid ise sözüdür" dedi.

   ALİ BİN MUHAMMED EL-MÜZEYYİN: " Tevhid, senin yüce Tanrının sıfatlarının, yaratıkların sıfatlarından ayrı olduğunu bilmendir" sözü ile tevhidin tasavvufa ait bir ilim olduğunu tekrarlar.

   İşte, kişiyi hakikate götüren ve adına tevhid denilen yolun çeşitli menzilleri ve durakları vardır. Bu durakların her birinde durmak, gerçeği kalp gözü ile temaşa edip ilim kuvvası ile mülahaza ve müşahade etmek; Hakkın saltanatında fiil, sıfat ve vücud tecellileri hakkında idrake varmak muhakkiklerin (hakikati araştıranların) başlıca gayesidir. (1)

 (1) Yusuf Ziya İnan, İslam ışığında yeni bir insancıl felsefe: MELAMET,1975, İstanbul. Sahife: 5 - 7.

   Muhakkiklerin tevhid tedrisinden anlaşılması gereken en büyük gerçek: Allah'a ve insan sırrına agah olmaktır. Bu konuda ise rehberimiz bir hadisi şeriftir ve Cenabı Risaletpenah şöyle buyurur: " Nefsini bilen Rabbını bilir." Nefsi bilmek, onun etkisinden kurtulmak eş anlamdadır. Bu ise yokluk idrakinden başka bir şey olmaz ve onun adı "MELAMET'tir.

   Bu nedenle Melamilerin  bir düsturu da: Nefsi terkten sonra terk'i de terketmektir. Melami, kendini hiç bir tarikatle sınırlamaz; tarikate karşıdır ve saf inancı savunur. Ve her melami bilir ki tarikat bir yoldur; her yolun yolcusu gibi tarikat yolunda da kalıp, şekil ve taassub asıl'dı. Tarikat, bir fikir ve sistemin katılaşması anlamına geldiği cihetle hoş görü ve tevhidi de aşar ve insanı kendi kaydı içinde bağlar. Çünkü bu, insanın alınyazısı, kaderidir. Onu yenmek, kalıptan ve kayıttan ve her düşünce ve inancı şekle sokan o fasit daireden kurtulmak çok zordur. Tıpkı dinlerde olduğu gibi, mezhep ve tarikatlerde de, aynı taassub, İlk doğuşu, o hür ve hoşgörü ile müzeyyen ilk saflığı gölgeler.

   Taassub ve şekle karşı isyan ederek ruh ve derinlik arayan kişilerin bulduğu tevhid yolu, sonradan gelenlerin elinde değişmez bir kural haline gelmekte ve böylece taasuba karşı geliştirilen tevhid yolu, bir anda tarikat kaydı içinde tekrar bir taassub aracı olmakta ve tarikat mensupları tevhid adı altında yeniden ayrıcalığa ve taassuba düşmekten kurtulamamaktadır. Bu fasit daireden kurtulmanın tek çaresi: ilim, hidayet ve idraktir. İdrake varanlar ise parmakla sayılacak kadar az. Bu azlıkta kalan aydın insanlara MELAMET NEŞESİNE VARMIŞ kişiler olarak bakılır ve müstesna güzellikleri MELAMİ ismiyle simgelenir.

   Melami uluları bir tarikat kaydına girmekten şiddetle kaçındıkları gibi, Melamiliği de tarikat olarak görmemektedirler. Nitekim büyük melami üstadlarından ABDÜLAZİZ MECDİ efendi: " Melamilik adında bir tarikat yoktur. Bu, Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'nin (k.s) mahlasından kalmadır. Benim mahlasım nasıl Mecdi ise, onun mahlası da Melami'dir." derken bu anlayışa parmak basmaktadır.

   Üstad SADIK VİCDANİ, TOMAR'I TURUK-I ALİYYE isimli eserinde MELAMİLİK için şunlar yazmaktadır: "Melamilik bildiğimiz turuk-ı aliyye kabilinden bir tarikatı mahsusa ve müstakille olmayıp, tarikatların seyr ve sülukünde MELAMİYYE-İ KADİME siyretince ittihaz edilebilecek meslek ve meşrebten ibaret bulunmuştur." (2)

 (2) Osmanlı Tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü, cilt: 2, fasikül: 14, sahife: 466. İkinci basılış, Milli Eğitim Bakanlığı.

   Melamiyye'nin ne olduğu hakkında bir açıklama bulunan ISTILAHAT-I MEŞAYİH'te şöyle deniyor: " Ol kimselere denir ki derunlarındaki şeyi izhar etmezler ve kemali ihlası tahakkukta ciddi ve sayederler ve umur ve hususatı mevazıına vaz ve terkederler; ta ki arsa-i ayında ne suretle vukuu mukarrer ise, bilatedbir öylece vuku bula. Ve ilim ve iradeleri Hak Teala'nın ilim ve iradesine muhalefet etmez. Esbab-ı nefy iktiza etmiyen yerde nefy etmezler. Ve subutu iktiza edecek yerin gayride esbaba teşebbüs etmekten içtinap ederler. Çünkü her kim ki sebebi - isbatı iktiza eden yerde - selb ve izaa eylese; tavr-akle ve icab-ı şer'a yakışmıyacak halde bulunmuş olur; ve kadirnaşinaslık olur. Yahut sebebin nef'iyle itimat emşi olsa şirk ve ilhaddır. Halbulki Melamiye şol kimselerdir ki dini, şer'i muameleleri şayeste-i dergah-i kabul olduğundan haklarında: " Evliya-i tahte kubabi la yağrüfühüm gayrı: Benim kubbelerim altındaki velilerimi benden başkası bilmez." Buyurulmuştur. (3)

 (3) Ayni eser, sahife: 467.

   Osman Ergin hocamız: " Melamiyye maneviyat ricalinden bir kısım evliyadır ki bunların batınlarındaki hakikatten hiç bir şey zahirlerine münakis olamaz." (4) üstad, bu eserin yazarının evinde yapılan cumartesi ve salı sohbetlerine katılır ve sohbet ederken ( Evladım, melami belki Allah, belki Resulullahtır) sözünü de  tekrar ederlerdi. Bu sözü üstadım Hasan Sabri Dölen de sık sık tekrar buyururdu.

 (4) Ayni Eser, sahife: 468.

   Sadık Vicdani MELAMET kelimesini tahlilinde şunları yazar: "Melamet kelimesini kınamak, azarlamak, itap ve serzeniş etmek diye tarif eden Türkçe lügat kitaplarımızdan bir ikisinden başkasında: Melami - Melamiyyün'a ait tarifat olmayıp biri Ahmet Vefik Paşanın lehçe-i osmanisi, diğeri Reşat ve Ali Nazima beylerin lügat kitaplarında da Hükema-i kelbiyye ve kelbiyyün acip tarifi yazılıdır. Ahteri gibi lügat kitapları  Melam ve Melameti rüsvaylık manasıyla tarif etmiş, Kamus-u Türkide Melam ve Melameti tariften sonra Melametten ismi mensup olan Melami için: "Hükemayı kelbiyyün mesleğine karip bir meslek-i kalenderane ittihaz eden tarikatlardan birine tabi adam"demiştir. En büyük lügatçılarımızdan olan Ahmet Vefik Paşa'nın Melamiyyün'un tarifinde lakaydane bir eda ile: (Hükema-i kelbiyyün) deyişinden ve Reşat Ali ve Nazima beylerin de Paşaya peşrev oluşlarından ziyade, Şemseddin Sami Bey'in Kamus-i Türkisindeki tarif dikkat nazarımızı çekti. Demek ki, Şemseddin Sami Bey: 1 - İslamda hükema-i kelbiyyün meslağine karip tarikatlar bulunduğuna kail; 2 - Melamilik ile Kalenderlik arasındaki farktan zahil. (5)

 (5) Ayni eser, sahife: 468.

   Bu girişten sonra Şemseddin Sami'nin ağır bir dille tenkit edildiğine şahit olunmakta ve bu tip kişisel beyanlarla Melamiler aleyhine bir hava yaratlıdığı tebarüz etmektedir. Melamiliğin ne olduğunu anlamak için bu yazarlara değil, Şeyh'ül Ekbere, Sarı Abdullah Efendiye ve benzeri büyük zevatın eserlerine müracaat gereği hatırlatılan Tarih deyimleri ve terimleri ansiklopedisinde şu açıklamayı göörüyoruz: "Melamiyyeden gayrı olarak sofiyye meyanında (Kalenderiyye) namıyle bir kısım türedi. Melamiyye'nin hal-i şerifini, makam-ı azizini, sünneti seniyyeye temessükünü, sıdk-u ihlas ile tahakkukunu yukarıda zikretmiştik. Kalenderiler sekran-ı huzur-u cinan olduklarından adeti bozdular. Adab-ı murcalesat ve muhaletata taklidi terkettiler. Huzur-u kalb meydanlarında seyahat eylediklerinden feraizden başka nafile savm ve salatı azalttılar. Mubah olan me'kulat ve meşrubatı yiyip içmekte şer'in ruhsat-ı ibahasını mubalat etmediler. Hatta bazen ruhsat-ı şer'iyeye rifayette bile iktisar ettiler. Hakayık-ı azimeti istemediler. Bununla beraber iddihar ve cem ve iktisar-ı dünyaya meyletmedikleri gibi mütekellifin mütenezzihin, müteabbidin merasimine ittiba etmediler. Kalblerinin Allah ile hoş olmasına kanaat ederek; bundan ziyade bir hali talebe meyil ve intizar göstermediler. İmdi Melamiye ile aralarındaki fark şudur:

   MELAMİ ibadatını ifa eder; KALENDERİ, adeti tahrip eder. MELAMİ bütün esba-i birr-ü hayre temessük eder; çünkü fazlı orada görür, fakat amal ve ahvalini gizli tutar. Halini böyle gizlediği anlaşılmamak için avam-ı halk gibi giyinip kuşanarak arasına sokulur, insanlar gibi harekatta bulunur. Bununla beraber kesb-ü kare, Allah yakınlığına da çalışır. KALENDERİ ise sermayesi yalnız huzur-u kalb olduğundan halini bildiren bildirmeyen kıyafet ve heyet ile takayyüt etmez. Mübalatsızlığı bütün halinden anlaşılır." (6)

 (6) Ayni eser, sahife: 468. 

   SADIK VİCDANİ, melamilerin yüce kişiler olduklarına temas eder ve İslam ümmetinin arifleri tarafından  en yüce olanlara verilen bir ünvan olduğuna işaret ettikten sonra MELAMİ için şöyle der: "O taife-i arife rical-i aliyesi, ucb-u riyadan ziyade kaçındıkları cihetle zahiri siretlerinden batıni siretlerine intikal edilemeyecek ahval ve efal ve etvar ve akval ihtiyar ederek avam ile avam, havas ile havas olmuşlar, hakiki mahiyetlerini sezdirmemeyi, avam arasında kıyafet ve heyetçe de tehayyüz ve temeyyüz etmemeyi mesleklerine şiar ittihaz etmişlerdir." (7)

 (7) Ayni eser, sahife: 468. 

   ÇERKEŞİ MUSTAFA efendinin melami anlayışından sonsuz bir tevazu ve mükemmeliyetin varlığını sezinlememek mümkün değildir: "Sofiyyeden Melamiyyun hazaratı avam-ı nas indinde ve mahcubin  katında hasb-ezzahir şeriata muhalif akval, efal ve etvar ile görünür ise de, lakin tahkik ve tetkik olunursa, kat'an ve katibeten ser-i umur şeriatı Ahmediyyeye muhalefetleri yoktur. Ancak tebaayi-i şerifelerinde şırr-u ihva mahabbeti merkuz olmağın, mahçubin indinde zahiren şeriate muhalif hakikatte ise tevafuk-u akval, efal ve etvar ile nefislerini mestur ve mahvi kılarlar. Zatında bu fırka-i mesturin kamillerdir, mükemmeller değillerdir. Nefislerinde raşitler, mürşitler değillerdir. Anlardan istid'a sahih fakat istirşat sahih değildir. Zira, talib-i tasfiyeyi onlar şekk-ü şüpheye ilka ederler. Mürşidiyyet ise, şekk-ü şüpheye ilka etmek değildir; belki cemi-i nasın kulubünden  reyb ve şekki ihrac ve izale etmektir." (8)

 (8) Aynı eser, sahife: 470.

    Melami, ikilikten ve nefsin tüm hakimiyetinden kaçan, onlardan kurtulan kişidir. Onlar tevazu içinde yaşar, kimseye baskı yapmaz, kimseden farklı veya kimseden farklı veya üstün olmak emelinde değildir. Kimseyi zorlamaz, kimseyi kınamaz, kimseye karşı herhangi bir zorlama ve kibirde bulunmaz. Ve onun içindir ki ilk devre Melamiliğe damgasını basan HAMDUN KASSAR: "Melametiye tariki insanlara karşı  her nevi debdebeden feragat ve herhangi sıfat ve hareketi tasdik ettirmek hususunda mesai sarfından istinkaf etmektir." der.

   Melametiler her türlü kayıt ve perdeden uzaktır. Onlar Allah'a yakınlıktan başka hiç bir şeye iltifat etmezler. Riyadan, sahtekarlıktan, gösterişten nefret ederler. Melamet kibir, saltanat ve büyüklük taslayan  din adamlarının azametine karşı gerçek mü'minlerin bir tepkisidir demek dahi mümkündür. "Melametinin her türlü kayıttan vareste olup Allah'a rabt-ı kalb etmesi lazım; hatta ibadetten bile zevk almamalı. Çünkü bu zevk, saliki oraya mukayyet kılar, tevhid ise kuyudu ref edip, vahdette zevk sahibi olmaktır. Melametiyyenin kisve-i mahsusları yoktur. Şeyhleri de vaaz ve zikretmek suretiyle kendilerini izhar etmezler. Bu gibi hallerden tamamiyle içtinap ederlerdi. Ebu HAFS, adi bir işçi elbisesiyle gezer, avamdan farkedilmezdi. Melametin en ziyade husumet ettiği sıfat, riya ve ucüptü. Bu iki sıfatı mahvedebilmek için temayüzden ihtiraz esas bir umde idi. Risale müellifi, Hamdun'un arkadaşlarından Abd-ül Haccam isminde birine (Adının Haccam olması, Abdullah ile Arif, yahut Abdüzzahit olmasından daha iyidir) dediğini kaydediyor. Adeta diyebiliriz ki MELAMET, fukaha ve müçtehidinin temayüz ve kibrinin müteşerriinin riyasının bir aksülamelidir." (9)

 (9) Aynı eser, sahife: 470.

    EBU ABDURRAHMAN der ki: "Melametin zahiren ibadetle tefahürü ŞİRK, batınen hal ile tefahürü İRTİDAT'tır. Melameti, Haktan maada ne zahiri, nede batıni keşf ve kerametlere rağbet etmez. Dil ile zikirden bir şey çıkmaz. Kalb, zikri ihmal ederse dil zikre başlar. Halbuki metlup, kalb ile ruhun sırren zikridir. Binaenaleyh melameti, zikirle de mukayyet değildir. Melameti, görünmesi gayr-i kabil-i içtinap şeylerden maada (cemaatle namaz gibi) şer'e muvafakatini gizli tutar; insanlara karşı daima iyilikte bulunmaya gayret eder. Amal-i salihadan dolayı bir zevk duyarsa bu zevk ile mücadelede bulunur. Melametiyyeye nazaran ubudiyetin iki umdesi vardır: Allah'a karşı İFTİKAR,Peygamberi TAKLİT... Melameti yalnız kendi nefsiyle meşguldür; setir maksadıyle bile olsa ihvanın noksanına dikkat doğru bir hareket değildir. Hatta muztar olanlardan maadası için, dua etmek bile hoş görülmez. MELAMETİ, hubb-ı gayr timsalidir; fani fiil gayrdır. İhvanı için daima muin ve zahir olan melameti, hiç bir vakit başkasından yardım istemez ve kimsenin muavenetine arz-ı ihtiyaç eylemez. Çünkü kul'a arz-ı hacet muhtaçtan yardım istemektir. Belki yardım istenilen kimse daha ziyade muztar ve muhtac-ı muavenettir."(10)

 (10) Aynı eser, sahife: 470-471

    Böylece melami herkese yardıma koşmaya hazır ve amadedir. Yük olmak değil hizmet etmek ister. Davası olmadığından kimseyi kimseden ayırmaz. Allah'ın vahdaniyetine inandığı için her varlığa aynı değeri verir. Dini insan sevgisi olarak simgelenmiş, ibadeti insana hizmet idrakiyle aydınlanmıştır. Melami, ne fiillerinden, ne de düşüncelerinden dolayı kimseyi kınamaz, kınayamaz. Her zuhurun Hakk olduğuna inanmıştır. Onun içindir ki kimsenin efal ve inanışına karışmayan melametiler kimseyi tekfir veya tezyif etmez. Günahkar ve dinsizlere de bir şey demez, karışmazlar. Çünkü onlar yalnız nefisleriyle meşguldür ve diledikleri tek şey yüksek ahlak sahibi olmaktır. Bunun için de başkalarına karşı sonsuz hoşgörü içinde olmalarına rağmen kendi nefislerine karşı aşırı ve şiddetlidirler ve kendi nefislerine zulmü bir ibadet sayarlar.

   Şeyh İsmail Hakkı Hazretlerinin VARİDAT-I SURA isimli eserlerinde MELAMİ'leri şöyle anlatır: "Melamiyye şol taifedir ki, halk onlara emalet ederler ve kendileri gibi kıyas ederler. Zira onlar her alemde bihasbel mutavattın zuhur ederler. Bu sebepten halleri mestur olur. Mahaza onlar bu tarikin ricalidir ve onları inkar etmek hallerini inkara racidir. Ve halleri budur ki: Allahu Teala onların kulubuna tecelli edip heyecan ve hayrete düşürür. Bu cihetten şedaide tahammül etmek onlara asan gelir ve dücret göstermezler. Zira mahbubun muamelesi ile mütelezziz olurlar  ve ismini zikr ile  ve istima ile hoşnut bulurlar. Ve hallerini ketmedip erbabı inkar yanında keşfizar etmedikleri ve arzı Mahbubu muhafazalarındadır. Zira belki ol münkirlerin ağızlarından Cenabı Mahbubun tazimini muil nesne sudur edip ol meclis gadabı ilahi husulüne sezavar ola. Pes edebi tarikat setr-zardır ve evliyaya dahil olunan mevazide durmayıp oradan kıyam veya kadir ise reddi anif ile reddetmektir, veya müdara tarikin tutup tariki sehl ile ilzam etmektir. Ve illa günahta müşterek olur.

...Melamet şeriat ile amel suretindedir. Yoksa hilafı şeriat ile değildir. Ve hilafı şeriat suretinde ibrazı hakikat etmek hilafı şeriattır. Mesela kasei hamri yedine aldıkları halde asele münkalip olması gibi ve bunun emsalinin şeriat hududundan hariç olduğu (itteku mevazı-ül  nehm) manzumunundan mefhumdur. Elhasıl bir nesne ki medbudan sadır olmaya tabiden sadır olmak memnudur. Gerekse vechi baitle tevile salih olsun. Zira her yerde tevile müsaade olunmaz. Ve ulemai zahir bazı hakayide küfür dedikleri kusur-u akıllarındandır ki zevahire muahalif-i kıyas ederler. Muhaza taaddüttür, pes, suhan şinas olmayana talim etmek karga ve karga gibilere talim etmek gibidir." (11)

 (11) Özel kitaplığımızdaki kolleksiyon ve özel nüshadan. Sahife: 507.

    Melamiler hakkında çok şey söylendi, söylenecek de. Amma bir gerçek vardır ki Melamilerin hal ve tavırları iki kutsal söze dayanır ve bu iki kutsal hikmet onların hedef ve gayelerini ve yaşamlarını saptar. Bunlardan birisi ayeti kerime ile Allah'ın kullarına emridir: ALLAH'IN İPİNE SIMSIKI SARILIN. İkinci kutsal söz de: ALLAH'IN AHLAKI İLE AHLAKLANINIZ'dır. Allah'ın ipine sarılmak KUR'ANI KERİM'E SARILMAK'tır. Allah'ın ahlakı ise ancak sevgili kulunun o kutsal ve yüce MUHAMMED'in ahlakıdır. O halde melaminin en büyük çırpınışı MUHAMMED (s.a.v)'e benzemektir. Her hareket ve her tavrı O'nun hal ve tavrı gibi 0lmalıdır. Melamilerin tutkuları ve savaşları budur. Bunu gerçeklerştirmek için de  Nefsin saltanatından ve Ego'dan geçmek, insanı gerçekten sevmek ve insana hizmet etmek için kendilerini maddi ve manevi yönden eğitmeye çok önem vermişlerdir.

   Melamilerin gaye ve hedefi insanlığın aradığı yüce aydınlıktır. O halde Melamileri tanımak ve onların yaşamlarına temas ederek felsefelerini, inançlarını araştırmak aynı zamanda insanoğlunun kendine karşı sorumluluk ve hakkıdır ve bu cihetten biz acizane ilk, ikinci ve üçüncü devre Melamiliğin kurucusu SEYYİD MUHAMMED NUR'un şahsında melamet anlayışının şekillenmesini eserimizin temeli sayarken Seyyid'in vahdeti vücud anlayışını din ve ilim karşısındaki tutumunu, Muhyiddiyni Arabi ile Seyyit Muhammed Nur arasındaki benzerliği de araştırdık. Böylece Melametin islam akaidine bağlılığı ve ehli sünnetin temel unsurlarını bir hayat düsturu haline getirmiş olduğunu da saptamaya muvaffak olamadıysak bile, tesbite çalıştık. Tek tesellimiz ve tek hizmetimiz budur.

  

 

İSLÂMDA MELÂMİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ.

 

Yusuf Ziya İNAN / 1976