Hakk'ı İstersen Yürü İnsan'a Bak

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ÜÇÜNCÜ DEVRE MELÂMİLİĞİ‏

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

ÜÇÜNCÜ DEVRE

 

MELÂMİLİĞİ

 

Veya

 

Melâmiyye-i Nûriye devri

 

- I -

 

ÜÇÜNCÜ DEVRE MELÂMİLİĞİ VE ÖZELLİĞİ

 

   Üçüncü devre melâmiliği, 19.ncu asırda Osmanlı imparatorluğunun Rumeli eyaletlerinde zuhura gelmiş ve Ustrumca - Üsküp'ten cihana yayılmıştır. Üçüncü devre melâmiliğin kurucusu Hace Seyyid Muhammed Nûr'ül Arabidir. Beşir Ağa'nın idamı ile tarih sahnesinden çekilen melâmiler uzun süre ortalıkta görünmemiştir. Ancak bu, melâmiliğin kaybolduğu anlamına gelmez. İnsan sevgisi ve serazatlığın simgesi olan melâmet, her asırda ve her düşüncede vardır, her tarikatın zirvesi gene melâmettir. Ne var ki bir gurup olarak, bir sistem ve yaşam tavrını uygulayanlar olarak melâmilik sırlıdır. Sırlanan şeylere ilgi, açık olandan fazladır. Bu nedenle melâmet gönüllerde dalga dalga eserken, zihinler istihfam ve tecessüsle dolmuştu. Bir ışık, bir ikaz bekleniyordu, o kadar. Ve Seyyid Muhammed bu ortam içinde melâmeti yeniden günün konusu haline getirmekte hiç zorluk çekmedi.

   Her şey zamanında ve yerinde güzeldir. İnsanlık 19.ncu asıra girerken çok şeylere gebe idi. İnançta tecdid gerekiyordu. Gönül paslarını silecek bir ele ihtiyaç vardı ve İslâm alemi derin bir karanlığa bürünmüş, ızdırap çekiyordu. Taassub nefretle anılırken herkesde bir özlem vardı, hür ve idrakli bir inanç, istekli ve ihlaslı bir ibadet özlemi idi bu. Ve Batı silah üstünlüğü yanında medeniyet üstünlüğüne de sahip olurken her şeyden ileri olan İslâm alemi yavaş yavaş kendini yitirmişti. Ondokuzuncu asırda İslâm dünyasında doğanlar böyle bir arayışın içinde büyürken gözler her sahada yenilik görmek istiyordu. Seyyid Muhammed Nûr, böyle bir ortamda ve İslâm'ın en güçlü devletinin halkına iç özlemlerinin tahakkuk ettiricisi ve beklenen büyük kurtarıcı gibi görünmüşse bunda hem gerçek hem de ortamın payı vardır. Ve her şey zamanında ve yerinde güzeldir sözü bu olayda da kendini bir daha tescil ettirdi.

   İslâm dünyasının taassub karanlığında Seyyid bir ışıktır. Erbabı şeriatın katı kalıpçılığı ve korkunç cehaletine karşı Seyyid, bir uyanış ve hidayettir. Ve bunu gören aydın Türk genci kendini melâmetin engin derinliğinde yüceltmek isterken daima bir yeni sistem özlemindedir. İşte Seyyid Muhammed Nûr, bu sistem ihtiyacını en iyi gören kişidir. O halde yeni melâmet bir inanç ve felsefe sistemi hüviyetiyle oluşacaktır. Oluştu da.

   Melâmilik ondokuzuncu asırda artık sadece bir tavır ve neşe değildir. Onun mayasında tevhid ve tasavvuf vardı amma artık melâmet bir inanç izahına gerek duyuyordu ve Seyyid Muhammed Nûr, Muhiddin-i Arabi'den bu yana başlayan akılcı cereyanı ehli sünnetin kurallarıyle değerlendirirken yeni bir felsefe ve anlayışı da tesbit etmiş oluyordu. Bu yeni anlayışta metod vardı; sistemin oluşunda akıl ve kalb yan yana konuş; ilim ve iman bileştirilmişti. Naklin değer ölçüleri akla bağlanırken kalbin tuluatı aklın üstünde tutuluyordu. Tıpkı Muhiddin-i Arabi gibi Seyyid Muhammed Nûr da: Tevhidin tarifinde ilme önem veriyor ve tariflerinde (ilim kuvvasıyle) sözünü sık sık tekrarlıyordu. Konuşmalarında: (Bu devir keramet-i kevniye devri değildir, keramet-i ilmiye devridir) demek ihtiyacını duyuyordu. Çünkü aklın zenginliğine inanıyordu, aklın en büyük mürşid olması gereğini söylerken yine Muhiddin-i Arabi gibi (ancak kalbten gelen varidatın doğru ve müstakim) bulunduğunu haykırmaktan da çekinmiyordu. Pek çok kişi için şaşırtıcı ve çelişki gibi görünen bu tutum O'nun velayetinin ve büyüklüğünün simgesidir.

Çünkü:

   1 - İslâm dini nakli hüviyeti yanında gerçekten tek aklî dindir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm, müminlerin toplumsal yaşamlarında akıl ve ahlakı en yüksek yerine oturtmuş ve ilk defa akıl ve ilme dini bir değer vermiştir. Bu özelliği, taassub ve cehalet içinde adeta yokedilmişken Seyyid Muhammed Nûr'un bunu yenilemesi ve cesaretle haykırması asrının müceddidi olduğunu da saptar.

   2 - İslâmda dini nakil ana kaynaktan alınmadıkça değeri yoktur. Yani bir şey ki Kur'an-ı Kerimde vardır, o doğrudur. Bir şey ki Hadisi şerifle tevsik edilmiştir, o mümkündür. Bunun dışında hiç bir şeyi kabul mecburiyeti yoktur. O halde Kur'an-ı Kerim Fetih suresinde geçen << Bizim sünnetimizde tebeddulat yoktur >>  mealindeki ayeti kerime ışığında insan üstü olaylara bağlanmak, olağanüstü şeylere heves etmek memnudur. Ve Seyyid Muhammed Nûr, bizim devrimiz keramet-i ilmiyye devridir derken Allah'ın sünnetinde değişiklik olmayacağına dair olan ilahi emri de hatırlatır.

   3 - İslâm şeriatine tam bağlılık dini bir emirdir. Amma asrın şartlarına intibak etmek de aynı şekilde dinin emri olarak karşımızdadır. Öyleyse bu iki hikmetli emrin gerçek mahiyetini saptamak ve her ikisini meczetmek zorunluluğu vardır. Seyyid, ahkam ile ilim arasında koparılıp atılan köprüleri tekrar ihdas ve ihyâ etmiştir. Böylece dinin emirlerine tam tabiiyet sağlamıştır.

   4 - Seyyid tıpkı Muhiddin-i Arabi gibi MİRAC OLAYI'na büyük değer vermiştir. Ona göre Hazreti Muhammed nasıl Mirac ettiyse her mümin de mirac etmeye mecburdur. Seyyid'e göre MİRAC'ın vücudla veya manen olması arasında fark yoktur. Önemli olan MİRAC İDRAKİ'dir. Peygamber aleyhisselâm MİRAC etmiş ve NÜBÜVVET SIRLARI bu şekilde açığa çıkmıştır. Kul da manen miraç yaparak hidayete erer ve kendini bulur. Seyyid bu miracın namazla ve tevhid meratibini idrakle olacağına açık şekilde işaret buyurur ve ancak muvahhidlerin miraç yapabildiklerini haber verir.

   5 - Ehli sünnet velcemaat akidesine bağlı olduğu için İslâm'ın şer'i ve ahkam emirlerinin itirazsız yapılması gereğine inanır, onun için İslâm'ın emirlerini tartışmaz. Fakat ilmi konularda ve kişinin aydınlanması gereken hallerde akıl ve ilme çok değer verir. Ve o sebeple her nevi tartışmayı hakikatın bulunmasında zorunlu yol kabul eder. Bir taraftan akıl ve ilmi değerlendirip ona üstünlük tanırken diğer yandan ilahi vahy'e kutsal ve emin bir rahatlıkla bakar. Ona göre: Kalbten gelen bir tuluat, ilmi nakilden ve akli delilden daha kıymetli ve daha doğrudur.

   Ancak bu kaziye ne ilmi küçültür, ne de aklı. Seyyid burada bir ahenk sağlayarak her ikisini yerinde ve ortamında değerlendirmiş ve hepsinin gerekliliğini savunmuştur.

   Seyyidin özelliği üçüncü devre melâmiliğin bir sistem içinde oluşmasına sebeptir. Ve MELÂMET üçüncü devrede artık bir tavır ve bir neşe olmaktan biraz daha fazla bir şeydir. Bir İslâm felsefesi, bir İslâm inanç sistemi hüviyetinde yeni bir görüş ve yeni bir düşüncedir. Bu özelliği onu bir ve ikinci devre melâmilerinden ayırır.

 

 

İSLÂMDA MELÂMİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ

 

Yusuf  Ziya  İNAN / 1976