Hakk'ı İstersen Yürü İnsan'a Bak

MAKAM-I AHADİYYET

30.05.2010 13:31

 

MAKAM-I AHADİYYET 
 

Zevkan tedrîs edilse bile tüm bu Makamât,
Bâlâsına erişmez bu zevkteki kemâlât.

Yetmez sohbetle nazar, himmet ve hayli emek!
Ahvâl-i Makamât'ı zordur lâfla kesbetmek.

Vehbîbir oluş gerek Hakk'dan atâ edilen,
İster buna vuslât de ister rûhânî şölen.

Ama sâlik olursa eğer Mi'râc'a nâil,
Bu kıylûkal yok olur; Zât'ıyla olur Fâil.
O'na böyle verilir Makam-ı Ahadiyyet,
Âlemlere de olur bâb-ı rahmet, hidâyet.

Bu azîm tecellî ki ilmini kılar Furkan;
Olmuştur Zât'ıyla da hâzâ "Konuşan Kur'ân".

Bu nefeste geçen bazı deyim, kavram ve kelimelerin kısa açıklamaları:
Ahadiyyet: (1) Arapça, birlik demektir. Bir şeye nisbeti olmayan,
bir şeyin de kendisine nisbeti bulunmadığı şeye denir. Bu makm, akıl
ve anlatmakla vasfa gelmez. "O’nu ilmen hiçbir şey ihâta edemez"
(Neml/84) âyeti ile, O’nun bu gaybî hüviyyet-i mutlaklığına işâret
vardır. (2) Tevhîd-i hâss. Sıfât-ı kadîmlerinin gayrından müstağnî
olduğu içinZevkan: (1) Zevk bakımından; (2) Mânevî haz yoluyla.

Tedrîs: Ders verme, verilme, okutma.
Makâmat: Mertebeler.
Bâlâ: En yüksek, en üst, en yüce.
Kemâlât: Olgunluklar.
Kesb: Çalışıp, kazanma.
Vehbî: Allah vergisi. Atâ: Bağışlama, ihsân. Vuslât: Bir şeye ulamak, varmak.
Nâil: Murâdına eren.
Kıylûkal: Dedikodu.
Bâb: Kapı.
Hidâyet: Hakk yoluna, doğru yola kılavuzlama. Bu Nefesin Yorumu
Makam-ı Ahadiyyet, Tevhid Mertebeleri’nin sonuncusudur ve ancak
kendilerine Mi'rac lûtfedilen zevâtın Hakke-l Yakîn olarak zevk
ettikleri makamdır. Bu makamı ilme-l yakîn ya da ayne-l yakîn zevketmek
mümkün değildir.

İşte Ganiyy-i Muhtefî de 1. beyitte Makam-ı Ahadiyyet’in bu
erişilmesi güç üstün/yüce yönüne dikkat çekiyor ve bu makamın diğer
makamlar gibi İlme-l Yakîn ya da Ayne-l Yakîn bir yolla öğrenilmesinin
mümkün olmadığını vurguluyor. Çünkü; gerek ilme-l Yakîn ve gerekse
Ayne-l Yakîn aracılığı ile elde edilen ilim, kesbî yâni çalışılarak
elde edilen bir ilimdir ve bu ilim aynı zamanda kişinin yeteneği,
kapasitesi ve idrâk düzeyi ile sınırlıdır.

2. beyitte ise Ganiyy-i Muhtefî, sâdece bu makama ulaşmanın değil,
bütün Tevhîd makamlarını söz kalıplarına dökmenin de, sözle anlatmanın
da zor olduğuna değiniyor ve ne kadar sohbet yapılsa, emek harcansa,
himmet edilse bunların Tevhid makamlarını kesbetmekte yeterli
olmayacağını; başka bir deyimle bu makamların hâllenilmesi, yaşanılması
gerektiğini vurguluyor.

Öyleyse ne olacaktır? Bu sorunun cevabı Ganiyy-i Muhtefî’nin 3.
beyitinde saklıdır. Makam-ı Ahadiyyet’i yaşamak, böyle bir oluş ve
erişle karşılaşmak ancak Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf, kerem ve ihsânıyla
gerçekleir. Ama tümüyle içe dönük ve dolayısıyla da sübjektif olan
yâni objektifleştirilmesi mümkün olmayan böyle bir manevî tecrübenin,
ruhânî şölenin içeriğinin nasıllığı ise hiç şüphesiz bilgimiz/zevkimiz
dışındadır. Bu tıpkı kendisine "Aşk nedir?" diye sorulduğunda
Mevlâna’nın verdiği karşılığa benzer: "Ben ol da, gör!"

Ganiyy-i Muhtefî, 4. beyitinde bu mânevî tecrübenin adını tasavvufî
literatürdeki tanımıyla Mi'râc olarak vermektedir. Tabiîdir ki bu
Mi'râc’ı Hz. Peygamber (SAV)’in Mi'râc’ı ile
karşılaştırmamak/karışırmamak lâzımdır. Yalnız şunu söyleyebiliriz ki;
Cenâb-ı Peygamber hangi olaylara iştirâk ettiyse, o Cenâb-ı
Peygamber’in sünnetidir ve bütün ümmetine de bu kapılar açıktır. Artık
Mi'râc’ı yaşayan bir kişi için bütün sözler bitmiş, mertebeler anlamını
yitirmiştir. Çünkü bu öylesine bir Vuslât'tır ki, Cenâb-ı Hakk huzûruna
çağırdığı, hârimine aldığı kişiye bu bir anlık dâhi olsa tüm
mertebelerin bilgisini vermiş, onu Esma’ü-l Hüsnâ’sı ile
süslemiş/güçlendirmiştir.

Mi’râc’ı yaşayan kişi; bütün âsârını, ef’âlini, sıfatını ve
zâtiyetini Cenâb-ı Hakk’ın Nûru'nda yakmış, orada ifnâ-i vücûd etmiş,
vücûdu ortada kalmamış, Allâh’ın Nûru'yla yıkanmış abdest almış ve
nûranîler ve rûhaniler zümresine katılmış bir kimsedir. Nefsi tamamen
rûhlaşmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtiyeti öyle bir zâtiyettir ki,
O’na erişenin herşeyi Nûr'a dönüşür.

Yalnız bu arada daha önce Tevhid-i Zât'ta değindiğimiz Mi’râc
hadîsesi ile şimdi anlatmaya çalıştığımız Makam-ı Ahadiyyet'teki Mi’râc
hadîsesi arasındaki farkı iyi seçmek gerekir. Birincisindeki Mi’râc,
ilmen/kalben tadılan bir idrâktir. İkincisi ise Mi’râc’ın hakîkatini
idrâk etmek, Hakk’ı rûhen şeksiz tanımak anlamında ve bilfiil yaşanan
bir olgudur. Bu ikisi arasındaki fark, gölge ile asl arasındaki fark
gibidir. İşte Ganiyy-i Muhtefî böyle bir Mi’râc’ı gerçekleştiren has
bir mürîdine bir başka nefesinde şöyle seslenir (Bk. Nefesler,s. 74-75):

Seni tebrîk ederim, ey gözlerimin nûru,
Benim sâdık mürîdim, Hakk'ın sevgili kulu!

İşte oldu Mi'râc'ın! Artık Rabb'a harîmsin.
Adl-u ihsânla emîn, kullarına kerîmsin.

Rûhânî Nûrânî'ler zümresine dâhilsin.
Son buldu çocukluğun; hem reşîd, hem kâhilsin.
Bekabillâh'la şeref bulmuş has bir Velî'sin;
Hakk Nûru'yla, serâpâ, münîr ve de celîsin.

Buldun Gerçek Hayâtı; bu benzemez rûyâya!
Hangi vazifelerle irsâl oldun Dünyâ'ya?

Bunun idrâki bâzen belli bir zamân alır;
Bu idrâke ulaşan Velî şaşırır kalır.
Kimi ehl-i tasarruf, kimi irşâda muzaf;
Ama hepsi de olur kulluk ile muvazzaf.

Yalnızca bir kişiye ba's olur bâzen biri;
Oysa, ülke yönetir diğerinin tekbîri.

Hazmetmelisin mutlak, ba'de-l Mi'râc, cezbeni;
Rücu' et Mürşid'ine ki hıfzetsin O seni.
Hâzım-ı cezbe olur Kâmil Mürşid ki fehmet,
Hâlâ O'na muhtacsın; hâlâ O'nda selâmet!

Ne zaman cezben söner, temkînin olur kavî,
Ruhsatıyla olursun Mürşid'ine müsâvî.
Setret sırrını, Velî! Edebin, işte, budur!
Senden artık yalnızca hayırlar eder südur.

Mevlâ'ya visâlinin olmaz dedikodusu;
Mestûrsa Velâyetin, düşman da kurmaz pusu.

Nebî'nin vârisidir; Velî böyle atanır.
Unutma sakın yavrum: Velî'yi Velî tanır!

Ya da nazma dökecek olursak
Ey gözlerimin nûru, Hakk'ın sevgili kulu, benim sâdık mürîdim! Seni
tebrik ederim. İşte Mi'râc'ın gerçekleti. Sen artık Cenâb-ı Rabbü-l
Âlemiyn'in harîmi oldun. Bundan nâşî O'nun Adâleti ve İhsânı ile emîn
ve O'nun kullarına da kerîmsin. Bundan böyle çocukluğun son buldu.
Şimdi artık hem yetişkin ve hem de reşîdsin; çünkü Cenâb-ı Hakk'ın
Rûhânîler'inin ve Nûrânîler'inin topluluğuna dâhil olmuş bulunmaktasın.
Sen şimdi Allah ile var olmanın şerefine ermiş, Hakk'ın Nûru ile
baştanbaşa aydınlık ve parlak has bir Velî'sin (Allh Dostu'sun).

İşte simdi gerçek hayatı buldun. Bu hayat bir rûyâ değildir. Cenâb-ı
Hakk'ın huzûrundan bu Dünyâ'ya geri gönderildiinde ne türlü
vazifelerle yüklü olarak geldin? Bunun idrâkinde misin? Aslında bu
vazifeleri idrâk etmen belli bir zaman alır. Bu idrâk sende uyandığı
zaman zâten şaşırıp kalacaksın. Mi'râc'ını yapmış Velîlerin kimi
tasarruf ehli olur kimi de irşâd ile görevlendirilmiş olur. Ama hepsi
de, eninde sonunda, Allah'ın kulu olmakla görevlidir. Bazen bir Velî
(meselâ Ken'ân Rıfâî hazretlerinin Efendisi Tütüncü Güzeli gibi)
yalnızca bir kişinin irşâdı ile görevli olur, bazen bir başka Velî'nin
tekbîri koca bir ülkeyi tasarrufu altında tutar.

Mi'râc'dan sonra sende zuhur edecek olan cezbeni mutlaka
hazmetmelisin. Bu çok mühimdir. Sakın başına Hallâc-ı Mansûr'un başına
gelenler gelmesin! O Mi'râc'ından döndüğünde cezbesini hazmedemedi da
bak başına neler geldi! Bunun için Mürşid'ine başvur ki seni cezbenden
korusun. Kâmil bir Mürşid insana cezbesini hazmettiren bir olgunluğa
sâhiptir. Sen Mi'râc'ını yapmış olsan bile anla ki hâlâ Mürşid'ine
muhtaçsın; selâmetin hâlâ onun idâresindedir.

Ne zaman Mi'râc'ının cezbesi sükûnet bulur da temkînin kuvvetlenirse
işte o zaman sen Mürşid'inle müsâvî olursun. Bu takdirde senden
yalnızca hayrlar zuhur edecektir. Velâyetin edebi ise Mi'râc'ının
sırrını kimseye açıklamamaktır. İnsânın Allah'a vuslatı dedikodu konusu
olmaz! Sen Velâyetini gizlersen düşmanın da sana pusu kuramaz. Velî
Nebî'nin ilminin, ahlâkının, Şeriatinin vârisidir. Bir kimse Velî
olduğu zaman bu mîrası yüklenmiş olur. Aman sakın unutma evlâdım
Velî'yi ancak Velî tanır.

5. beyitte Ganiyy-i Muhtefî, Mi’râc’ın hakîkatiyle birlikte kişiye
Makam-ı Ahadiyyet’in verildiğini bildirmekte ve bu makamla izzet, şeref
ve vakar bulan kişinin bütün âlemlere bir rahmet ve bir hidâyet kapısı
olduğunu müjdelemektedir.

Ve son olarak 6. beyitte ise Ganiyy-i Muhtefî, bu yüce
tecellîye/tecrübeye sâhip olan Velî'nin ilminin hâzâ Furkan (yâni Hakk
ile bâtılı temyîz etmeyi sağlayan ilim), Zât’ının ise Konuşan Kur’ân'a
inkılab edeceğini beyân etmektedir.

 

Sitede ara

İletişim

Melamilerizbiz