Hakk'ı İstersen Yürü İnsan'a Bak

- II - BİRİNCİ DEVRE MELAMETİLERİN DÜŞÜNCE, YAŞAM VE DAVRANIŞLARI.

 

 

                                                                - II - 

                  BİRİNCİ DEVRE MELAMETİLERİN DÜŞÜNCE, 
 
                                YAŞAM VE DAVRANIŞLARI.


 

   Birinci devre melametilerin ilk özelliği kendilerini levm ettirmek ve meziyetlerini gizleme hususunda gösterdikleri hassasiyettir.Hamdun kassar,bir öğrencisine yardım etmişti.Öğrencisi bu yardımı herkese anlatmış ve hocasına sevgiyi arttırmıştı.Kassar bunu fark edince dershanesine girdi ve herkesin önünde öğrencisine hakaret ederek verdiğini geri istedi ve aldı.Tabiidir ki olay derin yankılar yapmakta ve hocanın aleyhine bir havanın doğmasına neden olmakta gecikmedi.İşte bu olaydan sonra Hamdun Kassar,bir gece yarısı öğrencisinin evine gizlice giderek geri aldığını iade edip,öğrencisine iyiliğin söylenmemesini,bunun nefsimize hoş geleceğini ve bize zarar vereceğini sıkıca öğütledi.

   Büyük melameti ustalarından Ebu Ali Muhammed es-SAFAKİ. "-Eğer bir insan bütün ilimleri kendisinde toplasa ve aşağı tabakadan halk ile sohbet etse,bir şeyhin veya bir imamın yahut da öğüt veren bir terbiyecinin nezareti altında riyazat çekmeden erler topluluğuna ulaşamaz ve kim kendisine ayıplarını ve nefsinin bölüklerini gösteren bir üstaddan terbiye görmezse,amelleri düzeltmek hususunda ona uymak caiz değildir." der ve istikbal hakkında şunları söylerdi. "Bu ümmetin öyle bir zamanı gelecek ki, münafıka dayanmadan,mü'mine geçim mümkün olmayacaktır."

   Bu güne işaret eden bu sözlerde onların yarına bakış tarzlarını da yansıtır ve ne güçlü bir idrakte olduklarını Es-Sakafi'nin şu sözünde elle tutarcasına görmek,sezmek mümkündür. "-Akıllı kişi,bir şeye meyletmeyendir.Zira meyl ettiği şey meşguliyet haline gelir,sırtını çevirdiği vakit ise hasret duyar."

 

   1 -  Abdullah bin Münazil.

 

   Hamdun Kassar'ın mürit ve halifelerinden Ebu Muhammed Abdullah bin Münazil her şeyi hoş görür,herkese hoş görü ile muamele ederdi amma melamiliğin sünneti Peygamberi ile varolduğuna inanır ve bunu sık sık tekrar ederdi. "- Yüce Tanrı ziyan ettirmeye yakalatmadan hiç kimse farzları ziyan etmez ve bidatlere de tutulmak üzere olmadan hiç kimse de sünnetleri ziyan etmek vebalini yüklenemez... Bir kimse,Peygamber aleyhisselamın sünnetini terk ederse,bil ki,o kişi farizayı da terk eder. Sünneti terk eden mübtedi ise tamu iti olur." derdi.

   Nişabur'da yaşayan ve orada faziletin örneği olarak ömür süren BİN MÜNAZİ'in bütün sözleri hikmetti ve halk onu dinlemekten sonsuz haz alırdı.

"- Vakitlerin yekreği odur ki nefs,senin üzerine galip olmaya. Vaktlerin şomlusu odur ki nefsine mağlup olmasın."

"- Ben şol kişiye taacüb ederim ki hayadan söz söyleye, Tanrı'dan utanmaya."

"- Fakr, dünya ve ahiretten kesilip Tanrı'yı istemektir."

"- Kul kendine hizmetkar isterse, ipi elden verir kulluk hududundan çıkar."

"- Malum ola ki istiğfardan yekrek makam yoktur."

   İbni Münazil 950 yılında Nişabur'da öldü. Vefat olayı şöyledir. Bir gün kendisini ziyaret eden bir dostu (Senin imanın dürüst ve akıbetin hayırdır) dedi.

Bu sözü tevekkülle dinleyen Abdullah bin Münazil; (- İmdi bundan böyle bana dirlik gerekmez) diyerek düştü ve o anda ruhunu Allah'ına teslim etti.

 

   2 - El Fudeyl bin İyaz.

 

   Sekizinci asrın sonlarında ortalığı kasıp kavuran haramilerden birisi iken tevbekar olan ve kendini Allah'a adayan El-Fudeyl bin İYAZ hayatı boyunca, haydutluk devri de dahil,daima fakirlere,çocuklara yardım eder,zayıflara dokunmaz ve emanete ihanet etmezdi. 802 yılında Mekke'de vefat ettiği zaman peşinden giden binlerce insan vardı ve ona tazimde yarışıyordu. Fudeyl'in hikmetli sözlerinde yokluk ve tevhid zevkinin tüm inceliklerini bulmak mümkün.

   Fudeyl diyor ki; "- Tanrı kulunu sevince gam ve kederini arttırır, ona kızınca da dünyasını genişletir... İnsanlar için iyi ameli terk etmek riya,amel etmek ise Tanrı'ya ortaklık koşmaktır."

   "- Tanrı'ya asi olduğum vakit, bunu eşek ve hizmetçimin kötü huyu sayarım."

   "- Her kim ululuk isterse kendini zor eylesin. Ayak ol, baş olma. Bu öğüt sana yeter."

   Fudeyl'in vasiyetine bakarsak onu anlamak bir dereceye kadar mümkün olur. Fudeyl'in vasiyetine göre; Fudeyl ölünce karısı kızlarını yanına alıp Kubeys dağına gidip dua edecekti. Fudeyl ölünce karısı dediğini yaptı,iki kızını alıp Kubeys dağına çıktı,dua etmeye başladı. O sırada Yemen Padişahı iki oğluyla birlikte o dağdan geçiyordu. Kadını ve iki kızını görünce durdu, onları yanına çağırıp ahvalini sordu. Kadın da olanı anlattı. Padişah, kadını dinledikten sonra dedi ki; "- Eğer kızlarını verirsen onları şu iki oğluma nikahlarım." Kadın bu cevabı alınca peki dedi ve iki kızı padişahın oğullarıyla evlendiler.

   Bir gün Fudeyl rıza mı, züht mü üstündür sualini sorduklarında;

   "- Rıza yekrektir dedi. Çünkü bir kişi rızaya ulaşınca artık menzilet istemez."

 

   3 - Ebu Havs Ömer bin Salim el-Haddad.

 

     Nişabur'un Kurdabad köyünde doğan ve 874 yıllarında Nişabur'da vefat eden büyük melami üstadı Ebu Havs Ömer bin Salim el-Haddad, melametin sünneti Peygamberiye riayet olduğunu açıkça söylerdi. Derslerinde söylediklerinden bazı sözler onun hikmet ve irfanını yansıtması yönünden öğrenilmeye değerdir.

   "- İç terbiye güzelliği, dış terbiye ile anlaşılır. Fütüvvet adaletin yerine getirilmesi ve kendisi için adaleti istemekten vazgeçmektir."

   "- Fiil ve hallerini daim Kur'an ve Peygamber'in sünneti ile ölçmeyen ve nefsini kabahatli tutmayan kimse, ricalden sayılmaz."

   "- Kerem ve ihsan insafın edası, insaf aramayı terketmektir, yani herkesin hakkını vermektir."

 

  4 - Ebu Osman Hıyri.

 

   850 yıllarında Rey'de doğan Ebu Osman HIYRİ, Nişabur'da otururdu ve Nişabur ulularından sayılırdı. Zamanın en büyük melamilerindendir. 80 yıldan fazla yaşamıştır. o da diğer melamiler gibi sünneti peygamberi üzerinde ısrarla dururdu;

   "- Tanrı ile sohbet, iyi terbiye ve korkuya devamla olur. Peygamber ile sohbet sünnetine uymak ve zahiri ilme sarılmakla olur. Tanrı velileriyle sohbet, saygı gösterip hizmet ile olur. Kardeşlerle sohbet birbirinin halini sormakla olur. Cahillerle sohbet ise, onlara dua etmek ve Tanrı'dan rahmet dilemekle olur."

   "- İnsanın kalbinde şu dört şey yerleşmeden imanı tamamlanamaz.  Bunlar da: Men, Verme, İzzet ve Zillettir."

   "- Peygamberin sünnetini nefsine emreden, söz ve iş bakımından hikmetle konuşur; Nefsine heva ve heves emredenin sözünde ise, bid'at vardır. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de; O'na itaat ederseniz kurtulursunuz,

buyurulmuştur."

 

  5 - Abdullah bin Cella.

 

   Şam ulularından ve büyük melametilerden sayılan Şeyh Abdullah ibni CELLA aslen Bağdatlıdır. Hayatı Şam'da geşmiş,manevi mertebeleri bu yerde almış,devrinin alim ve velileriyle Şam'da buluşmuş,onlarla sohbet etmişti. Kendisini Hakk'a adamış kabul ediyor,çok mütevazi bir hayat sürerken hep başkaları için çalışır,onları bakar,herkese koşardı. İnsan sevgisini din ve onlara hizmeti ibadet haline getirmişti.

   Görüldüğü gibi Melametiler devri yedinci asrın sonlarında ve sekizinci asır içinde gelişen bir devir olarak dikkati çeker. Ve işin asıl önemli yanı Melamet erlerinin çoğu Nişabur, Rey ve Horasan bölgelerinde yaşamışlardır. Sonradan bunlar oradan daha Batı'ya ve bilhassa Bağdat civarına yerleşir.

   İlk Melametilerin Türk İllerinde zuhura gelmesi bir raslantı, bir tedsadüf değildir. Melametilerin düşünce ve tutumları tetkik edilirse görülmektedir ki, Melametiler hür düşünceli, serbest tavırlı insanlardır. Allah ile aralarında bir başka güç kabul etmemektedirler. Dinin şekil unsurlarına karşı oldukları gibi, Arap milliyetçiliğinin yarattığı ayrıcalığa da karşı bulunmakta ve islamın takva esasını akıl ve ruh bütünlüğü içinde yaşamlarında sürdürmektedirler. Din adamlarının azametine gösterilen tepki kadar, taassub ve anlayışsızlığa da bir nevi isyan mahiyetinde tezahür eden Melamet, Türk İllerinde kendine uygun ortamı bulmuş ve o beldeden İslam ülkelerine zamanla yayılma ve gelişme istidadı göstermiştir. Nitekim onbirinci asırdan itibaren Melamet erlerinin Batıda ANADOLU'ya akın etmeleri melametin Anadoluda geniş bir alanda  kendine hayat ortamı bulduğu bir gerçektir. Mevlana'nın yetişmesi, Hacı Bektaş-ı Velinin, Hacı Bayram-ı Veli gibi kutsal kişilerin Anadoluda zuhuru hep bu göçün, melamet erlerinin Anadoluyu kendilerine yurt edinmelerinin tabii ve normal aşamasıdır.

   Anadolu'nun Türkleşmesi ve Anadolu'da vahdet neşesinin yerleşip gelişmesi melamet erlerinin  Anadolu'ya akını ile mümkün olmuştur. Keza Türkler arasında gelişen  ve Türk sosyal hayatında içtimai, ekonomik ve siyasi bir güç ve birlik aracı hüviyetiyle uzun asırlar Türk toplumunda yaşayan AHİLİK TEŞKİLATI tam bir melami kuruluşu, tam bir melami ocağıdır. Ahilik teşkilatının devrini tamamladığı yeni çağda yani 15, 16, 17 nci asırlarda İstanbul'da kurulan ve toplumsal etkenliği büyük olan  DOKUMACILAR birliği de bir melami topluluk ve teşkilatıdır.

   Dünya heves ve ihtirasına sırt çevirip nefsini yenen melami ulularından birisi de ŞAH ŞUCAİ KİRMANİ'dir. Şah Şucai'nin hayatı ve sözleri tetkik edilirse onunda bir rint, cesur bir veli, ancak şeriate ve peygamber sünnetine son derece bağlı bir kişi olduğu, şekle ve görünüşe esir ve mahkum olmadığı halde dini kuralların korunmasına ve onlara itaate azami dikkati gösterdiği anlaşılır.

 

6 - Şah Şucai Kirmani.

 

   Şah Şucai Kirmani'nin doğum tarihi bilinmiyor. Sadece hicri üçyüz yılında vefat ettiği Risalei Kuşeyriyede kayıtlıdır. (MİR'ATÜL HÜKEMA) isimli bir eseri vardır. Padişah oğludur. Melamet erlerindendi ama aba ve hırka giymezdi. Sipahi elbisesi giymekten hoşlanırdı. İhsan ve keremde eşsiz bir yiğit olup devrinin en şöhretli erenlerindendi. Takva üzerinde durur ve şüpheli şeylerden sakınırdı. der ve şu nasihatlarda bulunurdu: 

   < - Her kim ki gözünü haram şeylerden gadreder yani yumar, nefsini şehvetten imsak eder, batınını murakabeye devamla tamir eder, zahirini sünnete uymakla süsler, nefsini helal yemeye alıştırır; Onun feraseti hata etmez.>

   Şeyh Şuca, takva ve tevhid yoluna girdikten sonra kırk yıl uyumadı. Uykusu gelince, gözlerine tuz koyar, gözlerinden kan akardı diyor Attar. Bir gün Cenabı Hakk'ın hafiften sesini duydu. " - Ey Şuca, ol uykusuzluk berakatıdır ki beni uyku içinde gördün." dedi. Bu olaydan sonra yatıp uyudu.

   Şah Şuca, çocuklarını Allah yolunda yetiştirmiş nadir kişilerden, nadir bahtiyarlardan birisi idi. Bir oğlu kırk günde ermişler katına katılmış, bir kızı da veliler şanına yakışır şekilde eğitilmişti. Tezkiretül Evliyada anlatılan olay kızının değerini ortaya kor.

   Devrin hükümdarı kızını istetir. Bunun üzerine Şah Şuca, Tekkeleri gezer, bir er kişi arar. Mescidde bir yiğitin namaz kıldığını görünce genci çağırır:

   " - Ey oğul evin varmıdır?" diye sorar.

   " - Yok."

   " - Bir kız alırmısın?"

   " - Bana kim kız verir, sadece üç akçem vardır."

   Şeyh der ki: " - Üç akçanın birini ekmeğe, birini et'e ve birini havuca ver."

   Bu sözlerden sonra kızını o gence verir. Şeyhin kızı o yiğitin evine geldi ve bir bardak üstünde bir parça ekmem görünce sordu: " - Bu ekmek nedir?"

   Yiğit delikanlı: " - Geceden kaldı" deyince, kız:

   " - Dünkü rızkı veren Tanrı bu gün vermezmi idi ki yarına ekmek gizledin. Atam beni bir tevekkül ehline verdim demişti. Meğer öyle bir kişiye vermiş ki rızk için Tanrıya inanmazmış." dedi.

   İşte böyle bir evlat yetiştiren bu yüce zat Ebu Türabı Nahşebi ile sohbet etmiş, zamanında birçok genci mana eri olarak yetiştirmişti. Pek çok çalışmaları ve tasnifleri vardır. Öğrencilerine daima şöyle derdi: " - Yalan söylemeyin, kimseye hiyanet etmeyin, Kimsenin gıybetini yapmayın. Baki ne gerekse edin."

   Sıdkın alametlerinin üç olduğunu söylerdi:

   " - Sıdkın alameti üçtür: 1 - Dünya onun katında toprak kadar ince olmaya, yani altın ve gümüşü toprak yerine tuta. 2 - Halkın övdüğü ve sövdüğü O'nun katında bir ola, ne övdüğüne sevine ne de sövdüğüne yerine. 3 - Şehveti içinden çıkara, açlığa hoşnud ve şad ola. Nitekim dünya ehlinin tokluğa şad olduğu gibi."

   Şah Şucai Kirmaninin bu sözlerinden anlaşılıyor ki o, tevhid eğitiminde açlık ve riyazatın önemine inanmaktadır ve riyazatın nefis terbiyesinde başlıca etken olduğunu kabul etmektedir.

   Üçüncü devre Melamilerinden üstadım Hacı Maksud Efendi'nin daima oruçlu olduğuna dikkat eden değerli öğrencisi aziz büyüğümüz Hasan Lütfi Şuşud, kendisine oruç tuttuğunu hatırlatınca:

   " - Oğlum, halk için tutuyorum" demesi çok manidardır ve tüm asırlar boyunca riyazatın değerini koruduğuna işarettir.

   Nişabur'lu melamet erleri içinde Abdullah bin Muhammed el-MURTAİŞ'de hatırlanması zorunlu melamilerdendir.

 

7 - Abdullah bin Muhammed el-Murtaiş.

 

  Nişabur melamet erlerinden Ebu Muhammed Abdullah bin Muhammed el- Murtaiş Nişabur'un el Hire mahallesinde oturur ve evinde devrin bütün erenleri ve gençleri ile sohbet ederdi. Ebu Hafs, Ebu Osman ve Cüneyd ile sohbetler etmiş, dini konularda muhasebelerde bulunmuştur. Ömrünün en olgun devrelerini Bağdat'ta geçirdi. Eş-Şunuziyye mescidinde oturur, kendisi ile görüşmek isteyenleri burada kabul ederdi. İradeyi şöyle anlardı.

   <<- İrade, nefsi, istediğinden alıkoymaktır. Yüce Tanrı'nın emirlerine yönelmek, kaza ve kaderden gelecek şeylere razı olmaktır.>>

   Kerametle ilgilenmez, insanın nefsini terbiye etmesi gereğine inanırdı. Bir gün kendisine su üzerinde yürüyen bir adamdan bahsetmişlerdi. Hiç önemsemedi ve: <<-Bana göre, Yüce Tanrı'nın, kendisine heva ve hevesine karşı gelmek gücünü verdiği kimse su üzerinde yürüyenden daha yücedir>> dedi. El-Murtaiş, miladi 950 yılında ikamet ettiği Bağdat şehrinde vefat etti.

   Murtaiş'e, filan kimse havada uçar dediler.

   <<-Havayı nefse muhalefet, havada uçmaktan yekrektir>> cevabını verdi.

   Kendisine sordular:

   <<-Kulu, Tanrı'ya hangi nesne dost eder?>>

   Cevabı şu oldu:

   <<-Cenabı Hakk'ın düşman tuttuğu nesneleri düşman tutarsa, ki onlar da: Dünya, Nefs, Şeytandır.>>

   Bir gün Murtaiş bir kızı gördü, aşık oldu. Kızın babası da Murtaiş'e kızını verdi. Murtaiş'in hırkasını çıkarıp kıymetli libas giydirdiler. Gece olunca halvete girdi. Namazla meşgul iken hafiften bir ses işitti. << Ey Murtaiş, sen salahiyet donunu zahirinden çıkardın, biz de aşinalık donunu batınından çıkarırız>> diyordu. Murtaiş bunun üzerine feryada başladı ve halvetten çıktı. Kendisine: <> diye sual ettiklerinde, O; << Zinhar benim hırkamı bana getirin yoksa helak oldum gitti>> dedi. Eşyasını geri verdiler. O da güveylik donunu çıkardı, hırkasını giydi ve kıza talak verip (boşamak) çıktı gitti.

   Dünya ve nefsine tabi olmayan nadir kişilerdendi.

 

8 - Zunnun-u Mısrî.

 

   Dokuzuncu asırda yaşamış müstesna velilerdendi. Denir ki: İlim, takva, vera, edep ve halde asrında en önde gelenlerin birisi idi. Melamet neşesi içinde tam bir hal ehli olarak yaşadı. Melamete o derece bağlı ve nefsine o kadar düşmandı ki herkes ona   derdi. Devrin kutbu sayılırdı.

   O'nun mana yoluna süluku, Tezkiretül Evliyada anlatılır: Bir gün, Zunnun-u Mısri'nin önünde bir olay cereyan etti. İki gözü görmez bir kuş ağaçtan yere indi. Gagasıyla yeri eşerek altın br kutu çıkardı. İçindeki soyulmuş susamdan doyuncaya kadar yedi. Tekrar altın bir kutuyu aynı şekilde gagasıyle eşerek çıkardı. Bunun içinde de su vardı. Doyuncaya kadar içti. Gagasıyle gömdü. Yerine gidip oturduğunu görünce, topraktaki yerler belirsiz oldu. Bu hali gören Zunnun Hakk'a tevekkül etti. Birkaç menzil gitti. Bir viranede dervişler gördü. O gece orada yattılar. Zunnun bir küp altın buldu. Ağzının tahtadan kapağı üzerinde ALLAH yazılıydı. Altınları dervişlere dağıttı. Tahtayı kendi alıp, o gece de orada yattı. Uyandıkça tahtayı öpüp başına kor, gözlerine sürerdi. Rüyasında bir ses işitti:

   <<-Ya Zunnun, yaranların (dostların) altın ve cevherler aldılar. Sen benim adımı aziz tuttun, öpüp başına koydun. Ben de seni dünya ve ahirette aziz kılarım>> diye bu ilahi sesle uyandı. Gönlü ve içi bu sesle tamamen nur oldu.

   Zunnun ilminde ve takvada çok ileri olduğu için Mısır'da büyük şöhret sahibi idi. Kendini daima kötü gösterir, bu hal, daha da çok kıl-ü kale ve zemme vesile teşkil ederdi. Bu nedenle Zunnun hazretlerini Bağdat'ta oturan halife Mütevekkil'e jurnal ettiler.

   Halife, Zunnun'u Mısır'dan Bağdat'a celbettirdi. Fakat O'nu görünce öyle bir manevi hale düştü ki, cezalandırmak için çağırttığı Zunnun'un önünde diz çöküp ağlamaya başladı. Zunnun, Bağdat'tan ayrıldıktan sonra, sarayda ne vakit anılsa, halife ağlar ve O'nun  için:

   <<-Verâ ehli anılacağı vakit, önce Zunnun'u anın>> derdi.

   Zunnun, hazretin lâkabıdır. Adı SEVBÂN BİN İBRAHİM'dir. Tasavvuf kitaplarında ismi: EBÛ'L-FEVZZU'N-NÛNİ'L-MISRÎ olarak geçer. Zunnun, balık sahibi demektir. O'na bu ismin verilme sebebi şudur:

   Zunnun bir gün bir su kenarında abdest alırken güzel bir kadın gözü ile şir ve (kim bu?) diye sorar. Zunnun'un bu ilgisine taaccüb eden kadın:

   <<-Ya Zunnun, seni uzaktan görüp uslu, âlim sandım. Yakına gelip bana baktın. söylediklerini işittim. Deli, cahil, imişsin. Hakk'ı bilmez imişsin>> diye söylenince, Zunnun:

   <<-Bu sözleri neden söylüyorsun?>> diye sordu. Kadın cevaben:

   <<-Deli olmasaydın abdestsiz yere basmazdın. Âlim olsaydın mahrem yüzüne bakmazdın. Eğer arif olaydın başka yerde gözün olmazdı>> dedi ve birden kayboldu. Bu olayın etkisi altında iken der ki:

   <<-Benim edepsizliğimi başıma kaktı, içime korku düştü. Oradan uzaklaştım, bir gemiye bindim.>> Gemide bir bezirganın varlığından habersiz yol alırlarken bezirganın mücevherleri kaybolur.

   Gemi kaptanı mücevherlerin aranmasını emreder. Mücevherleri bulamazlar ve orada bulunan bir münafık veya bir gafil mücevherleri Zunnun'un aldığını iddia eder. Zunnun'u tutup sıkıştırır, hırpalar. Zunnun incinir ve birden denize doğru bakar. Zunnun'un bu bakışı üzerine pek çok balık başını denizden su yüzüne çıkarır. Hepsinin gemi halkı bir veli ile karşılaştıklarını anlar, bu keramet önünde herkes şaşırır, Hazretten özür dilerler ve adı o günden sonra (Balık sahibi ZUNNUN) kalır.

   Mısrî adı da Mısırlı oluşundandır. Böylece Sevbân bin İbrahim, tarihe ZUNNUN-Ü MISRÎ OLARAK geçer.

   Zunnun'a göre: Söz dört şey etrafında döner, dolaşır. Bunlar da:

   1 - Celil olan Tanrı sevgisi.

   2 - Önemsiz dünya işlerine kin.

   3 - İndirdiğine (KUR'AN-ı Kerime) iman.

   4 - Doğruluktan sonra değişmekten korkmaktır.

   Kendisi hakkında verilen bilgilerden anlıyoruz ki, ZUNNUN hazretleri zayıf, nahif bir kişi idi. Yüzünün rengi daha çok kırmızıya çalardı. Sakalı da beyaz değildi. Fakat O'na bakan bir insan nurlanır, sarhoş olur, kendinden geçerdi. Allah sevgisi ile dolu olan Zunnun hazretleri:

   <<-Kulu Halıkına eriştiren sıdk ve halvettir. Üç nesne ihlas nişanıdır: Birincisi medh ve zem onun yanında beraber olur. İkincisi amellerini unutur, günahlarını anar. Üçüncüsü Tanrı'dan gayrısını gönlünden çıkarır>> derdi.

   İtaat ve saygının önemine inanır ve:

   <<-Kul, kul olmaz Tanrı emrine muti olmadıkça; şakird dahi üstadlarına muti olmadıkça üstad olama>> sözünü söylerdi. Zunnun kendisine sual sorulmadıkça, ya da gerekmedikçe konuşmazdı. Az söylerdi amma sözleri öz'dü. Has sözlerdi bunlar. İnsanı düşündüren hikmet incileriydi hepsi. Allah'dan başka yoktu O'nun için. Vahdet deryasında gark olmuştu. Bu nedenle gayrı görmezdi hiç.

   <<-Her kim korkarsa Allah'a kaçsın. Her kim Allah'a kaçarsa necat bulur>> sözü O'nun felsefe ve inanç sistemini, yaşantısını ve din anlayışını izaha yeterlidir.

   Maneviyatın, ancak maneviyat güneşi olan Hazreti Resulü Kibriya Muhammed Mustafa'nın emir ve nehiylerine uymakla yüceleceğine olan inancını daima tekrarlardı.

   <<-Aziz ve celil olan Tanrı'yı sevenin alameti, ahlakında, işlerinde ve sünnetlerinde, O'nun dostuna, Peygambere (salat ve selam onun üzerine olsun) uymasındadır.>> derken kendi gerçeğini değil, insanlığın büyük gerçeğini dile getirmiş oluyordu.

   Zunnun'dan sordular:

   <<-Aşağılık insan kimdir?>>

   Zunnun şöyle cevap verdi:

   <<-Aşağılık insan, Tanrı'ya giden yolu bilmeyen ve bilmeye de çalışmayan insandır.>>

   Zunnun'dan  (Tevbe nedir?) diye sual edildi. O'da:

   <<-Avamın (halkın) tevbesi, günahlardan; Havasın (hasların) tevbesi de gafletten olur.>>

   Ebu Deccane, Yusuf bin Hüseyin, Said bin Osman gibi büyükler Zunnun hakkında kıssalar, sözler ve olaylar nakletmişlerdir.

   Babası Habeşi idi. Kendisi nurlu dünyaların aydın kişisi. Belki de çevresinin karanlığını gördü de içindeki ışık zuhura gelerek toplumu ve insanlığı aydınlatıverdi. Miladi 859, hicrî 245 yılında vefat ettiği akşam veliler manada gördüler ki; Hz. Resulullah Peygamberlerle birlikte Tanrı dostu olan Zunnun'a hoş geldin derler. Ve bir yazı görüldü ki, o yeşil yazıda; Zunnun'u Mısrî Tanrı tealanın dostudur ve Tanrı aşkına can vermiştir, yazısı yazılıdır.

   Zunnun'u Mısrî, kendisi için kılınan ve hazırlanan cenaze merasiminde bile tasarruf ehliyetini gözler önüne serdi ve gönülleri yine tutuşturdu.

   Cenaze kabristana götürülürken hava çok sıcaktı. O sırada gökte kuşlar belirdi. Bu gelen kuşlar kanatlarını açarak gölge yaptılar, cenaze o gölgede ilerledi. Bu sırada ezan okunuyordu. Müezzin şehadet kelimesini söylerken cenaze, parmağını çıkarıp kaldırdı. Halk Zunnun'un parmağını çıkarıp kaldırdığını görünce feryada başladılar. O gün pek çok kafir hidayete ererek müslüman oldu.

 

Devamı Altta >>>>