Hakk'ı İstersen Yürü İnsan'a Bak

- VI - SEYYİD HACE MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ'DE MEFHUMLAR‏‏‏‏‏‏(Devamı)

 

3 - Seyyid Hace Muhammed Nur'ül Arabi'de Tevhid Ve Şirk Anlayışı.
 
   Hace Muhammed Nur'da şirk bir başka anlam kazanır. Vücud varlığında kalmak o'na göre en büyük şirktir. Hadisi şerifte buyuruldu ki: En büyük günah vücudumuz'dur. Seyyit insanın efal,sıfat ve vücudunun kendine ait olmadığını bilmesi zorunludur diyor ve bu ben'den kurtulmadıkça şirkten de kurtulmanın mümkün olmadığını ifade eder. Şirk ve husulü üzerinde dururken İhsan'ül Rahman risalesinin şerhinde: << Ş,rkin husulü ise, efal ve sıfat ve zat ve kâffei tesirat. Hak teala hazretlerine mahsus iken  abd kendisine nisbet etmesinden olur. Binaenaleyh ey mahcup, bunları kendine nisbet ettiğin halde bunların küllisi sana şirki hafidir. Sen bu şirkle müşriksin. Vela yibeyneleke tevhidekal iz ahreceti ankeşirki havi tevhidi sahibi sana beyan etmez, illa kendi nefsinden huruç ettiğinde beyan eder. Nefsinden huruç ise efal,sıfat ve zat Hakk'ın olduğu gibi Hakk'a nisbet edip nefsini bu nisbetten ihraç etmek ve her şeyin husulü ve zuhuru Hak'tan olduğunu müşahade etmektir. Ve hükmi şer'i üzere: Hayrın vukuu Haktan, şerrin zuhurunda da nefsin meca olduğunu bilmektir... Beyan oluna üç şirkten kurtuluş efal, sıfat ve zat Hak Teala hazretleri olup, sen olmadığın sana keşfolunur. Emrin zuhuru cüziyette olduğu ve cüz, bilatefrik küllün aynı olduğunu idrak edersin. O Vakit sende variyet ve tesirat olmaklıktan istiğfar edersin>> diye yazıyor. (38)
   Bu açıklamadan da anlıyoruz ki insan için bir tek şirk vardır, o da, kendi nefsinden ibarettir. O halde Seyyid'e göre, nefsini temizleyen, kemale eren arifibillah şirkten kurtulur. Kendi varlığı ile hemhal olup gözü hep nefsin taleplerinde olan kişinin şirkten kurtulması hiç bir şekilde mümkün değildir, bu kişi dini bütün bir müslüman olsa bile. Onun içindir ki tarikatlarda nefis mertebeleri vardır ve bu mertebeleri geçmedikçe irfana vasıl olunamaz. Kişi efal, sıfat ve zâtını Hakk'a verince şirkten rucu etmiş ve kurtulmuş olur. O zaman da Hakk'a makbul kişi olunur. Seyyit bu konuda diyor ki: << Şirkten rucu ettikçe Allahü Teala hazretleri seni af ve mağfiret kılar. Gafil bulunduğun şirk sana beyan olunur... Af, abdin kusurunu abdine bildirmek, vesairin haberleri olmayarak affetmektir... Şirki mezbur sende idiği sana ayan olunca şirkten kurtulmuş olacağından Hakteala hazretleri için her saatte ve her vakitte tevhid ve iman sende teceddüt eder. Tevhid ve iman teceddüdü her anda ve her vakitte zikri daimle olur.>> (39)
   Zikir bir esrarı Muhammedidir ki ancak aşıklara ve yakınlara talim edilir. Veliler zikr-i daimle hakikat aydınlığına varmış müstesna kişilerdir. Ve şirkten kurtulmanın yeggane yolu ve çaresi zikr-i daimle meşgul ve müzeyyen olmaktır. Bunu yapabilen şirkten arınır, yapamıyan şirktedir.
   Kişi zikirle nefsin kuyudatından kurtulur; zira zikir, iç yıkamadır, kalbin paslarını silme ve Hakk'a murabıt olmadır. Bu rabıta sağlandıktan sonra nefsin çeşitli mertebeleri geçilir ve en sonunda kişi, efal, sıfat ve vücud varlığını Hakk'a vererek fenafillah olur.
   Nefsin yedi mertebesi vardır. Bu mertebeler vücud varlığının da mertebe ve aşama noktalarıdır. Onlar varken kişi şirktedir. Ancak nefsinden sıyrılınca aydınlığa ve birliğe kavuşur. İnsanın fenafillah aydınlığına erişmesinde geçeceği menziller şöyledir: Nefsi emmare, Nefsi levvame, Nefsi mülheme, Nefsi mutmaine, Nefsi Raziye, Nefsi mardiye, Nefsi kâmile. (40)
  Nefis mertebeleri aşılırken insan insana aynadır. Vesurete bakarken suret görmemek asıldır. Aksi halde şirk olur. Zahir ve batında Hak gözü ile bakmadıkça kişi şirkten kurtulmuş olmaz.  Alemde mevcud bütün esma, Vücud, sıfat, efal vesairenin müstakil vücutlarının olmadığını bilmek ve herşeyin Allah'ın zatı ile var olduğunu idrak etmek gerekir. Bu idrake varılmadan şirkten kurtuldum demek kimse için mümkün değildir. Seyyit hazretleri:  << Velâkin cümlesi sıfat ve efal ve zat Hak'la zahirdirler. Vücudu müstakilleri yoktur ve zuhurları aynı zuhur-u Hak olduğunu; fihi selasete ve hüve anhi saatih, deyu Hazreti Ali mısraında dahi işaret eyledi. Yani cümle sıfat ve efal gerek maani ve gerek suveri Hakk'ın mezahirleridir. Cümlesini ZÂT-I HAKK'A nisbet edip fani ve batın olur. Ve hüve anhü saati... Yani o mezahirden zahir ve batın zat-ı Hakk'dan gayrı yoktur.Görmezmisin ki aynaya nazar eylediğin halde ayna kaybolup ve suret nazır olur. Bundan ötürü ayineye nazar eylemek sünnettir.>> (41)
   Demekki şirkten kurtulmak tevhid ile olur. Vücud, sıfat ve efalini Hakk'a vermedikçe şirkten kurtulmaya imkân yoktur. Bu konuda fena ve beka mertebelerini açıklarken Seyyidin fikir ve tedris sistemine geniş şekilde temas edileceğinden tekrar olmaması için bu kadarla yetiniyoruz. Seyyide göre tevhid, HAKK'IN VAHİDLİĞİNİ KALBLE ZEVKETMEKTİR.
   Tevhidin yeri ve önemi üzerinde durararktevhidi tarifte yayar vardır. Seyyit, kulun Allah'a ibadetini ön şart olarak ileri sürer. Çünkü ibadet kulluğun şanı ve simgesidir. İbadetin kemali ise nefsini Hakk'a vermek, zillet ve mahviyettir. Seyyit: << İbadetin kemali zillet ve mahviyettir. Ve ibadetimiz mahvı zillet dediğimiz üç şey ile olur. Bir, amel-i sıhhat, ikincisi yakaza, üçüncüsü tevhittir. Bundan sallallahu aleyhi ve sellem üç ilimle bahs oldu. Evvela ŞERİAT'tır, onunla sıhhati hizmet malum olur. İkinci; Reyi tarikat, zikr-i daimdir. Anınla yakaza hasıl olur. Üçüncüsü Hakikattır. Anınla hicap zail olup o zahir olur. Ey yar, bu tarikin mürşidi KUR'AN'dır. Ve dördüncüsü RESUL aleyhisselamdır. Ve bu tarik üzere süluk eden hazreti Resulün davetine kemaliyle icabet etmiş olur ve tariki Hak'ta kamil olur. Ve dahi muhibbe ve müride lazımdır ki âmalin (amellerin ve fiillerin) sıhhat ve adem-i sıhhatini şeriat ilmiyle bilsin. Amellerini şer'i şerife mutabık etsin. Ve saniyen mürşid telkini ile cümle cevahiri zikreylesin. Haktan aklını verip her nefeste uyanık ola. Salisen hakikate bed ederek müride, mürşidinden tevhidi efal telkin oluna. Kezalik cümle makamatı kat edinceye dek. Velhasıl Makamat yedidir.>> diyor. (42) Ve bu şekilde anlıyoruz ki Seyyit, tevhid eğitiminde bazı menzil ve makamları geçmek gereğine ve bazı idrak ve hallerin zuhuruna dikkati çekerken şaşmaz ölçüyü de veriyor; Mürit ne olursa olsun ahval ve harekatını şeriata, Muhammed'in ahkam ve ahlakına göre ayarlamak zorundadır. Tek ölçü şeriattır ve ondan sapanlar hatadadır, tevhitte değildir. Aynı eserinde Seyyit devamla şunları yazdı: << ... Evvela tevhidi efaldir. Cem-i efali ve asar-ı halıki zikri vücudu Allah deyu cümle efal-i Hakk'ı tevhid eder, yani efalinde şeriki yoktur. Makamı sani tevhidi sıfattır. Yani sıfatı nebevi zahirinde ve batınında zahir oldukları mürşit marifetiyle müşahade edip ve Hakk'a nisbet edip Allah diye... Makamı salis: Tevhidi zattır. Eşyanın vücudları Hak olduğu irşadı mürşid ile nazar edip Allah diye... Makamı rabi: Makam-ı Cemidir. Hak Teâlâya nisbet olan vücudu aynı zat Hakk'ın müşahade edip vücudu aynı zat-ı Hakk'ın müşahade edip Allah diye... Makamı hamis: Hazret'ül Cemidir. Hak teâlâya nisbet olan efali, asarı, müessir-i teala ile yeknazarda müşahade eylemek. İmdi salik tevhidi efalde Mürit tesmiye olunur.Tevhidi sıfatte muhib, tevhidi zatta Âşık, Makamı Cemdie murat; Hazret'ül Cemide Mahbub,Cemül Cemide vasıl tesmiye olunur. Bu makamlar suretleri zir-i hakikiyede beyan olunan dairede cem olur ve bu daire nıfsi olan tevhid, aynel yakin ki salik-i hakiki efale ve sıfata, vücudu Hakk'a ayine edip müşahade eder. Ve nıfsi ahirine cemi ve hazret'ül cemi ve cemül cem Hakkel yakinine müntehi hakikatı ve ahadiyyetül cem dairei kutbiye ki her bir makamı hattı müstakimle ittisali vardır.>> (43)
   Seyyitin tevhid anlayışı, kişiyi ahadiyyet idrakine yükseltme imkanından ibarettir. Bu öyle bir ilimdir ki insana kendini tanıtır ve malik olduğunu sandığı varlığının kendisine ait olmadığını öğretir ve insana gördüğü ve vücud aleminin gerçek sahibinin kendisi olmayıp Hak olduğunu idrak ettirerek << Herşey yok olur yalnız Hakk'ın yüzü bakidir. Her nereye teveccüh etsen Hakk'ın vechiyle karşılaşırsın >> gerçeğini söyletir. Bundan gayrısı süsleme ve laftan ibarettir.
   Ancak birleme ve Hakk'ı idrak etme olan tevhid üzerinde dururken, bunu akli ilimlerdeki gibi kabul etmek de hatadır. Her ne kadar tevhid insanı şaşılıktan kurtaran ve insanı vahdet fikrine götüren bir bilgi ve eğitim ise de onun aklı aşan bir yönü de vardır. Tevhit felsefe ilimlerinden bir ilim değil, tasavvufa ait bir ilimdir ve bu nedenle tevhitte söz ile hal, idrak ile tavır  ve bakış birliği, uyumluluğu da bir gerçek olarak mevcuttur. Onun içindir ki Seyyit hazretleri zikir,şuhud ve keşif olmadan tevhitten söz edilemiyeceği kanısındadır. Seyyit diyor ki: << ... Keşf ve şuhud olmadan tevhid olmaz. Keşfi kevni üç kısımdır: 1. Keşfi misali: Fikir hakkında hadisi şerif varit oldu. 2. Keşfi şuhudi: Resulullah cibrili eminden vahi ahzetmek üzere alemi meleküte temsil eylediği ve bazı kerre tebliği vahyi için Hazreti Cebrail alemi şahadete Recl suretinde kaldığıdır. 3. Keşfi ayan: Hazreti Ömer Medinede minberde iken  Nihavent fethine gönderilmiş olan müslüman askerin halini, Cebel ardındaki küffarın hücum edeceğini aynen görüp serasker bulunan Hz. SARİYE'ye (Ey cebeya Sariye, el-Cebel) diye nida etmesi ve Hz. Sariye'nin Halife Ömeri görüp sözlerini duyması ve küffarı karşılaması gibidir.>>(43/1)
   Seyyit, tevhid'den ne anladığını meratibi ile göstermiştir.Fena ve Beka birliği, iç ve dışın ayniyeti, evvel ve ahirin, batın ve zahirin tek'te yani birde görünmesi, rab ve kul ittihadı, eşyanın varlık kokusu koklamamış olması, vücut varlığı esrarı sıfat aleminin izah tarzı dikkatle tetkik edilirse görülür ki, Seyyit vahdeti vücud'a kaildir. Üstad Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler isimli eserinde Seyyidin vahdeti vücudçu olduğunu 264 üncü sahifede diyor ki: << ...Mumaileyh (yani Seyyit Muhammed Nur), vahdet hususunda Muhiddin, Mevlana, Bedrettin ve saire gibi vahdeti vücudun müfrit bir mümin ve mübelliğdir. Katiyen imamı Rabbani ve peyrevleri gibi vahdeti şuhuda tenezzül etmez. Bu onun her eserinin umde ve esasıdır. Filvaki vahdeti vücutta Muhiddin mezhebinde bulunan diğer sofilerden ayrı bir fikri yoksa
da diyebiliriz ki, bu meseleyi diğer meşayihten daha açık ve daha ihtirazsız olarak ilan etmektedir. İmamı Rabbani gibi O da vahdeti vücudu arıyor. Varidat şerhinde: Velhasıl nası, vahdeti vücudda üç mezheb üzerindedir. Birinci mezheb, mezheb-i avamdır ki onlara göre bu vücud, Hakk'ın vücudundan gayrıdır. İkincisi, havas mezhebidir ki onlar da bu vücudu, Hakk'ın vücudununzıllı addederler. Üçüncüsü, mezheb-i asfiyâdır ki bu mezhebte vücut, aynı vücudu HAK'tır,zıllı değildir. Bu bilasale Seyyidül Mürselinin makamıdır. O sebepten gölgesi arşa düşmedi. Ondan başkaları bu makamda onun kademi üzredir, diyor... Muhammed Nur'un her risalesinde esas fikri vahdettir. Ve bu hususta delil aramağa da hacet yoktur. Bu şekilde kanaatini söyleyen üstad, O'nun eserlerinden örnekler vermekte ve vahdeti vücut hakkındaki görüşlerini nakletmektedir.
   Gerçekten Seyyidin eserlerinde vahdeti vücud açıklıkla görülmekte ve her cümle vahdeti vücudu terennüm etmekte ise de, Seyyit hiç bir zaman materyalistlerin anladığı gibi bir vahdet fikrine iltifat etmemiştir. İslâm inancındaki vahdeti vücud fikri materyalistlerin anladığı şekilde değildir ve  İslâm vahdetçileri hiç bir zaman panteist olmamışlardır. Onun içindir ki Seyyidin tevhid anlayışı ikilşikten ve şaşılıktan kurtulma anlamındadır; Hakk'ın azamat ve saltanatına mutlak tabiiyettir ve her zerrede yalnız onun saltanat ve kudretinin inikas ettiğini bilmektir.
 
   4 - Seyyit Muhammed Nur'ül Arabi'de Akıl.
 
   İslâm tasavvufunda akla karşı olanlar olduğu gibi aklı kabul eden ve akla değer veren mutasavvıflarda vardır. Muhiddini Arabi, aklı kabul eden ve akla değer veren büyüklerdendir. O kadar ki, Muhiddini Arabi, zikrettiğimiz her şeyin akıl ve düşüncelerimizle mukayyet olduğunu açıklamaktan çekinmez. İşte ona çok bağlı ve etkisinde bulunan Seyyit Muhammed Nur'ül Arabi'de aynı şekilde akla ve ilme büyük değer veren bir insanı kâmildir.
   Seyyit ilim yolunda aklın önemine kaildir. Geçim ve bu dünya kurallarına uymanın akılla mümkün olduğunu kabul eder. Ahkamı ilahiyeye tabiyet, Allah'ın emirlerine itaat ve nehiylerinden kaçınmak için akıl zorunludur. Ancak Allah'ı idrak etmek ve ilahi marifete nail olmak akılla mümkün değildir. Çünkü akıl, nihayet bu vücud varlığı ile mukayyettir, mahluktur. Bir yere kadar rolü vardır. Onun içindir ki Seyyit şöyle buyurdu:
   <<  Nas marifeti ilahiyeden akıl ile taiye ve mütehayyirdirler. Yani akıl ile bilmek dileğinden ezelden Allah ve Resulün marifetinden dâl ve mudil oldular. Akıl bazı şeyde isabet eder ise de hatası sevabından ziyadedir. Hükema akıl ile Hakk'ı bilmek dilediklerinden aklın kabul ettiğine tabi oldular. Ve mevcud alem vücudullahtır. Ve âlemi vücudu ispat edip âlemin zuhuru tecelliyat-ı Hakk'tır; vücudu müstakilleri yoktur. Aklı ve kıyası olmadığı gibi hayata maildir. Mezahibi selasede kıyası yoktur. Hakk'ı akıl ile talep edersen aklın niyayeti kıyas olduğundan dalalette kalırsın. Ahireti dahi akıl ile talep edersen havayı kesret ve gayriyet ettiğinden dâl ve mudil olursun..>> (44)
   Seyyit bu sözleriyle hikmet arayanların aklı değerlendirmelerine mani değildir amma aklın yetersizliğine işaret eder ve esasen tevhitte gerekli olan akıl değil, iman ve nurdur. Mümin ve muvahhit nur olan aleme iman nuru ile nazar eder ve intibah üzere olur. Bu nedenle arif olanlar izafat ve benzerlik görmezler, Hakk'a Hak'la bakarlar.
   Seyyit hazretleri eserlerinde akl-ı cüz ve akl-ı külden söz eder ve akl-ı küll'ün asıl olduğunu kabul eder. Ona göre arifler akl-ı kül ile beraberdir ve onlar cüzi iradeleriyle hareket etmezler. Çünkü kendi vücud ve varlıkları yoktur, Hak'ta fanidir ve fenafillaha ermişlerdir. Seyyidin burada sözünü ettiği akl-ı küll, Allah'ın iradesi, kudret-i ilahiyedir. İlahi iradenin inikası olan akl-ı cüz'e gelince, o da gaflette bulunan kişi, sosyal ünite olan insandır.
   Seyyit bir ayırım yapmak için akl-ı maad ve akl-ı maaş diye bir ayırım da yapmıştır ki, daima aklın yerine işaret ederken, onun yeterli olmadığını da hatırlatır. Aklın idrak ve yol almak için zorunlu olduğuna inanırken, akılla Hakk'a ve hakikate varılamıyacağı kanaatindedir ve bu inancı hiç bir vakit değişmemiştir. Nu nedenledir ki akıl ve akıl ötesi üzerinde durmuş, aklı inkar edenlere karşı onu savunurken  kendi öğrencilerinin akıl kayıtları içinde boğulmalarını da istememiştir. Yaptığı ayırımlar hep bu inanç ve idrakinin inikaslarıdır. Seyyide göre akıl, hayatın vazgeçilmez kuralı, bilginin mutlak kaynağı ve yol almanın ana unsurudur.Akıl Cebraildir, mürşittir, yol gösterici ve irşad edicidir. Aklın değeri öylesine büyüktür ki, Kur'anda, ayetlerin ancak akıl sahipleri için hidayet ve rahmet olduğu açıkça söylenmiştir.
   Bu yönden Seyyit hazretleri, akılsız imanın eksik, tefekkürsüz zikrin noksan olduğunu söylemekte ve ibadetin gerçek değerinin akıl ve bilgi ile ortaya  çıkacağını savunmaktadır. Seyyidin, tevhid mertebelerini tarif ederken (ilim kuvvasiyle) diye söz etmesi, ilim ve akla verdiği kıymeti yansıtır. Ve bize takip etmemiz gereken yolu da çizmiş olur.
 
 5 -  Seyyit Muhammed Nur'ül Arabi'de Âdem.
 
    İslâm velileri Âdemüzerinde çok durmuşlar ve onun menakıbında insanın varlık sırrını ifade ve izhar etmişlerdir. Muhiddin-i Arabi, Mekke'de rasladığı bir kutupla konuşurken ona yaşını sormuş ve aldığı cevapta; tarihin bildiği Adem'in çok yeni olduğunu ve daha önce 150 Âdem zuhura geldiğini anlatmıştır. Bunun gibi bir çok veli ve pir menakıbında Hz. Âdem'in ilk ve son Âdem olmadığına dair rivayet ve açıklamalara raslamak mümkündür. Bu çeşitli rivayetler aslında Hazreti Âdem'in olmadığını değil, onun ne ilk ne de son Âdem olmayacağını ifade eder ki, Allah'ın sonsuz kudretine inananlar için çok doğal bir sonuçtur bu. Seyyit Muhammed Nûr'da Hazreti Âdem üzerinde durur ve onun şahsında tevhid akidesinin temel ilkelerini tesbit ve izaha çalışır. Nitekim Şeytanın Âdem'e secde etmemesi, Meleklerin durumu konularında yaptığı tefsirler tasavvuf, vahdet ve tevhit akidesini yansıtan tarif ve izahlardır.

   Seyyit, Niyazi Mısri divanını şerh ederken:
   << Secde eyle Âdem'e ta kim Hakk'a kul olasın
          Eden Âdem'den iba Hak'tan dahi oldu cüda >>
   beytinin tefsirinde Seyyit Muhammed Nûr diyor ki:
   << Âdem'e secde etmeyen Hakk'a kul olamaz. Ademe secdeden murat Hakk'a secdedir. Adem aleyhisselâm mazharı zat olduğu için Melâike secde ile emrolundu. Zamanı evvelde insan-ı nakısın insan-ı kâmil'e secde etmesi adet idi. Vakti saadette Hazreti Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e secde için ruhsat talep olundu. O vakit Peygamber: << Gerçi benim şeriatimde secde olsa idi, zevcenin zevcine secde etmesini emrederdim Öyle şey yoktur >> buyurdu. Velhasıl Hakk'tan gayriye secde etmek caiz değildir. Beytullah'a secde etmekliğimiz mazharı zat olduğu içindir.>>
   Demek ki Hz. Adem hem Peygamber, hem ilk insan, hem de mazhar-ı zattır. Mazharı zat olması dolayısıyle meleklerin secde etmesi emrolundu. Şeytan, Ademin mazharı zat olduğunu anlamadığı için secde etmedi. Meleklerin secdesi, Hazreti Ademin unsuri varlığına değil, Hak olan ZAT'ına idi, yani Melekler, onun sırrına, O'nu zuhura getiren Allah'a secde etmişlerdir, surete değil. Seyyit Muhammed Nûr, bu gerçekten haeketle insanı kutsal yerine oturtur. Çünkü her doğan kişi Ademdir ve her Ademoğlunda, Adem aleyhisselâmın tecellisi meknuzdur. Bunu iyi anlayanlar, Hakk'ın esrarına agah olurlar. Bütün mesele Hazreti Adem'i, asırlar gerisinde kalmış bir Peygamber olarak görmekle kalmamak, O'nu varlığın zuhur ve devamı içinde ve daima mevcut farzetmektir. Zira Adem, ikiliğin, varlığın, dünyanın ve oluşun nedeni, onun izahıdır. Toprakla balçıktan yaratılmış ve ona Hak kendinden üflemiştir. Yani kendi varlığını onun varlığında sırlayarak hem zuhura gelmiş, hem de GAYB olmuştur. Bu bakımdan Ademiyet ve ADEM,İslâm tasavvufunun ana konularından birisidir. Ademiyetini anlıyan Hakk'a kul olur; kulluk idraki ise yokluktur. Efal, sıfat ve vücudun kendine ait olmadığını bilme idrakidir.
   Seyyit, Adem mazharında Hakk'ı müşahade eder ve Ademin mazhar-ı Hak olduğunu söylerken insanın mahiyetini de açıklamış olur. Onun içindir ki, tevhid ehli iki görmez ve onun içindir ki Tevhitte rab ve kul ittihadı söz konusu değildir. İki şeyin birleşmesi için iki ayrı var kabul etmek zorunludur. Bu ise şirktir. Ademiyet sırrı anlaşılırsa iki kalmaz ve ikilik söze gelmez. O zaman da ittihat olmaz.
   RİSALE-İ FİT TASAVVUF isimli eserinde Seyyit Muhammed Nûr, Bakara suresi ayetleri üzerinde durur ve ADEM ile ŞEYTAN meselesi için bize geniş açıklamalar yapar ki, izahları tevhit ve meratib üzeredir. Seyyit bize ADEM ve ŞEYTAN kelimelerinin iç manalarına ait görüşlerini söylerken mefhumların derinliğine, batına bakmamızı da istemektedir. Risale-i fit tasavvufta Seyyit diyor ki:
   << ... VE İZ KAÂLE RABBÜKE LİLMELÂİKETİ İNNİY CÂI LLÜN FİL'ARDI HALİYFEH Cemi Muhammediyeye hitap eder. LİLMELÂİKETİ, Cemal suverleri ecasimi tabiiyeyi nuranidir. (45) İNNİY CÂ'ILÜN FİL'ARDI HALİYFEH, Celal ve Cemal suretlerine cami yani esma-i ilahiye ve halkiyye yani cemi taayyünattan ibarettir. Cenabı Hak, Melâikeye: (Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım) dediği zaman, bildi ki Hakk'ın celali var. Melekler suretine baktılar ve: (KAÂLU ETEC'ALÜ FİHYÂ MEN YÜFSİDÜ FİHYÂ VE YESFİKÜDDİMÂ ve NAHNÜ NÜSEBBİHÜ BİHAMDİKE VE NÜKADDİSÜ LEK (46) Zira Cemal suretindedirler. Lisanı cem, cemi Muhammed ile cevap verdiler. Lisanı cemi ilahi ile Melâikeye buyurdular: KAÂLE İNNİY AĞLEMÜ MÂ LA TAĞLEMÜN (47), yani cemal sureti olduklarını ve Adem sureti celaliyesine baktınız, bana itiraz ettiniz, surete bakmayın. İlimde kain olanı siz bilemezsiniz.  VE ALLEME ÂDEMEL'ESMÂE KÜLLEHÂ (48), yani hakayiki ilahiye ve sureti kevniyeye cami olduğunu vakıf kıldırdı. SÜMME ARADAHÜM ALELMELÂİKEH FEKAÂLE ENBİÛNİY BİESMÂİ HÂLÜÂLİ İN KÜNTÜM SÂDÎKIYN (49), yani sonra Melâikeye arz eyledi. Şu esmayı bana bildirdin; katımda sadık addederim. KAÂLÜ SÜBHÂNEKE LA İLME LENÂ İLLÂ MÂ ALLEMTENA İNNEKE ENTEL'ALİYMÜLHAKİYM (50), yani Melâike şöyle sena ederler ki: Seni tenzih ederiz. Zira talim ettiğin ilimden gayrısını bilmeyiz. Alîm, hakîm sensin. KAÂLEYÂ ÂDEMÜ ENBİ'HÜM Bİ'ESMÂİHİM FELEMMÂ ENBE'EHÜM BİESMAİHİM (51) Cemi ilahiden hitapla: Ey Âdem. Melâikeye bildir ki, onlar,alemde, senden olan kuvva-i hayaliyendir.Senin gibi hakayiki ilahiye ve suveri halkiyeye cami değillerdir. Minel cemi ilahi.>>
   << FELLEMÂ ENBE'EHÜM BİESMÂİHİM, yani cami olduklarını bil ki kuvve-i hayaliye gibi olduklarını onlara bildirdikte, cemi ilahiden Melaikeye hitap edip: KAÂLE ELEM EKUL LEKÜM İNNİY AĞLEMÜ GAYBESSEMÂVÂTİ VEL'ARDI VE AĞLEMÜ MÂTÜBDÛNE VE MÂ KÜNTÜM TEKTÛMUN, yani göklerde ve yerde zahir ve bâtınınızda olan esrarı biliyorum, size bildirdim dedi. VE İZ KULNÂ LİLMELÂİKETİSCÜDÛ LİÂDEM FESECEDÛ İLLÂ İBLİYSE EBA VESTEKBER VE KÂNE MİNELKÂFİRİYN (52), yani cemi ilahiyemizle Melâikeye (ESCÜDÜ LİÂDEM) dedik. Onlar dahi derakap secdeye vardılar. Adem sureti, cemi ilahi olduğunu vakıf oldukları esmalarını talim ettiklerindendir. Ve bu emir yani (ESCÜDÛ LİÂDEM) cemi melâikeye ve erva-ı Nuriye reisleri Cibrili aleyhisselâm'a ve erva-ı nariye reisleri Azaziledir.>>
   << Ey Şeytan, Adem'e secde eden Cebrail aleyhisselâm ve ana tabi nuriyelerdir. Şeytan ve ona tabi erva-ı nariye secde etmediler. Ve melaike melekûttur, şiddet demektir. Bunda lafız Melâike kuvva-i nuriye ve kuvva-i nariye itlak olundu. Kuvva-i nariye secdeden imtina ettiler ki,sureti celaliye olduklarındandır. Âdem aleyhisselâmın sureti camia olduğuna vakıf olamadılar, secdeden imtina ettiler. VE KULNÂ YÂ ADEMÜSKÜN ENTE VE ZEVCÜK ELCENNEH VE KÜLÂ MİNHÂ REGADEN HAYSÜ Şİ'TÜMÂ VE LÂ TAKREB Â HÂZİHŞŞECEREH FETEKÛNÂ MİNEZZÂLİMİYN (53), Ey Adem, zevcen Havva ile cennette sakin ol, cennet sana mübahtır taayyüş edip bu şecere olan buğday ağacından yeme zira nefsinize zulmedenlerden olursunuz. FE'EZELLEHÜMEŞŞEYŞEYTÂNÜ ANHÂ FEAHRECEHÜMÂ MİMMÂ KÂNÂ FİYN VE KULNEHBİTÛ BAĞDUKÜMLİBAĞDIN ADÜVVÜN VE LEKÜM FİL'ARDI MÜSTEKARRÜN VE METÂ'UN İLÂ HIYN (54), yani şeytan onları idlal edip şecereden tenavül ettiler (yediler), Lakin Adem Aleyhisselâm buğday tenavül edeceğini keşfedip ancak cennette mi, dünyada mı fark edemedi.>>
   << Emri ilahiye muntazır olmayı sehv eyledi. Şecereden tenavül eyleyip cennetten ihraç oldular. Ve bu ihraç ukubet için değildir... ve Şeytan, Adem'e düşman olup halife ve melâikenin kendisine secde etmesini haset eyledi. FETELAKKAÂ ÂDEMÜ MİN RABBİHÎ KELİMÂT FETÂBE ALEYH İNNEHÛ HÜVETTEVVABÜRRAHIYM (55), yani Allah teâlâ, Adem'e tevbe kelimelerini telkin eyledi ve tevbesini kabul etti. Ancak tevvâbürrahıym oldur. Âdem Aleyhisselâmdan dile sadır olması buğdaydan tenavül sebebiyle hata ederler ise tevbe etsinler. Şeytan idlalı heba olur. KULNEHBİTÛ MİNHÂ CEMİY'Â FEİMMÂ YE'TİYENNEKÜM MİNNİY HÜDEN FEMAN TEBİ'A HÜDÂYE FELÂ HAVFÜN ALEYHİM VE LA HÜM YAHZENÛN, VELLEZİYNE KEFERÛ VE KEZZEBÛ BİÂYÂTİNA ÜLAİKE ASHABÜNNARİHÜM FİYHA HÂLDİDÛN (56), yani cemiyeti ilahiyemizle ceminiz hazretten nazil olsun, hidayete erişip yine hazretime gelin. Onlara havf yoktur ve hüzün yoktur.>> (57)
   Seyyit, Âdem sırrında bize hakikati fısıldar. Âdem'in doğuşu üzerinde tevakkuf ederken anlarız ki Seyyit, bize bizi anlatır. Onun anlattığı Âdem, tarihin derinliğinde yatan kutsal Âdem değildir. O bize bu günü, bizi anlatmakta ve her doğan canlının ve bilhassa insanın esfeli safiline itilmesi olayı üzerine gelerek işaretini vermektedir. Bu işaret: İnsanın kendine dönmesidir, insanın insanı bulmasıdır. Ve mahlukiyeten Ademiyete geçişi sağlayıp Adem olduktan sonra da cennetten kovulmasıdır. Kısaca Seyyit Hazretlerine göre Âdem, varılması gereken büyük bir hedeftir ve o yere varılınca insan ademiyeti (yokluğu) tefekküre başlar. Yani mahluk, Âdem olmadan ademiyet bulunmaz. Âdemiyet bulunmadan hak ve hakikat anlaşılmaz. İnsan gafletten ve ikilikten kurtulamaz. Kişiyi (ÂDEM)'e eriştiren fena ve bekadır. Yani Âdem toprakla su birleşiminden ibarettir.Toprak, fena; su, bekadır. Fena ve Beka ehli olmadıkça Adem bilinmez ve bu idrakte olmayana Âdem denmez. Adem, varlığı giyinince cennetten kovulur, yani, insan, vahdetten kesrete itilir. Vahdeti zevk etmek için. Vahdeti zevk ise yokluktur. Ayetlerin tefsirinde ve açıklamalarında Seyyidin üzerinde durduğu bu idrak islâmın temel felsefesidir ve vahdeti vücut hak,katı bu ilahi kıssada sırlanır. Seyyid Muhammed Nûr, hazreti Âdemden bahsederken bizi tahkik ve itlak sahralarına çekerek ademiyeti zevk ve telkin ve tedris eder.
 


---------------------------------------------------------
(19) Prof.Dr. Nihat KEKLİK, İbnül Arabinin eserleri ve kaynakları için misdak olarak EL-FUTUHAT EL-MEKKİYYE(yan motifler), cilt 2, sahife:17.
(20) Abdülbaki Gölpınarlı, MELÂMİLİK VE MELÂMİLER, sahife: 264.
(21) PANTEİZM. Tanrıyı dünya ile özleştiren felsefe sistemiÖnceleri Hint doktrinlerinde görülen bu anlayış dini bir doktrin ve inanış olarak Hindistan'da müessirdir. Bilahare Yunanlılara geçer. Yunan felsefe     siseminde Panteizm yeni bir felsefi doktrin olur ve STOA ile YENİ EFLATUNCULUK'ta yer eder. STOA'cılara göre: Tanrı dünyanın ruhudur, hem düşünce hem maddedir. Madde olarak bir ateştir, fakat yapıcı, sanatçı bir ateştir. Düzenlediği ve canlandırdığı evrenle birleşir, ondan ayrı değildir. PLOTİNUS'a göre: Evreni meydana getiren varlıklar, Tanrıdan çıkıp yayılmakla beraber Tanrıda var olmaktan da geri kalmazlar.SPİNOZA, panteizm kavramına geometrik bir seçiklik kazandırdı. Tanrı biricik cevher, bir zorunlu, ebedi ve bitimsiz olan cevherdir. Tanrısal vasıfların sayısı sonsuzdur, fakat biz, bunlardan ancak ikisini biliriz: Düşünce ve kaplam. Tanrı, biricik cevher olduğundan her şey ancak onda ve ondan dolayı varolabilir. Tanrı var olan bir şeyin İÇKİN NEDENİDİR. Varlıklar ancak kendi tabiatının gerekli kanunlarına göre gelişen tanrısal cevherdeki niteliklerin ancak özel şekilleridir. Bu panteizmin sonucu , aynı zamanda, bir gerçekçilik de olan evrensel determinizmdir. Fichte'nin özel idealizmi ile Hegel'in nesnel idealizmi de, panteizm çeşitlerindendir. Her ikisinin de hareket noktası, SPİNOZA'dır. Aynı mutlak panteizm SCHOPENHAUER'ın ve E. VON HARTMANN'ın kötümser sistemlerinde de görülür.
MEYDAN LAROUSSE, İstanbul, Meydan yayınevi, cilt: 9, sahife: 856
(22) Seyyit Muhammed Nur, ELHAC HACI FAİK BEY'İN BAZI SUALLERİNE CEVAPLAR. Ali Örfi efendi tarafından takriz edilen orjinal nüshadan. Kütüphanemizdedir.
(23) Aynı eserden.
(24) Aynı eser.
(25) Yusuf Ziya İnan, SEYYİDÜL MELÂMİ MUHAMMED NÛR'ÜL ARABİ (Hayatı, şahsiyeti,eserleri), 1971, İstanbul, sahife: 66-67. Seyyidin Rahman şerhinden.
(26) Yusuf Ziya İnan, Seyyid'ül Melâmi Muhammed Nûr'ül Arabi. 1971, İstanbul, sahife: 66
(27) Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, İstanbul, 1930, sahife: 265.
(28) Seyyit Hace Muhammed Nur'ül Arabi, ŞERHİ NUTKU İMAMI ALİ, kitaplığımızda bulunan ve Ali Örfi efendi tarafından takriz edilmiş orjinal nüshasından.
(29) Seyyit Muhammed Nur'ül Arabi, ŞERHİ NUTKU İMAMI ALİ, Kitaplığımızdaki özel nüshadan.
(30) Yusuf Ziya İnan, Seyyidül Melâmi Muhammed Nur'ül Arabi hayatı, şahsiyeti, eserleri, sahife: 61/62. İhsanül Rahman şerhinden.
(31) Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, 1931, İstanbul, sahife: 254. Seyyid Muhammed Nur'un Varidat şerhinden iktibas.
(32) Enfâl sûresi, ayeti kerime: 17/1.
(33) Kur'an'ı Kerim, Enfâl sûresi, ayeti kerime: 17/2.
(34) M.Sadettin Bilginer, ALLAH VE İNSAN, sahife: 62/67. Yusuf Ziya İnan,SIFAT BİRLİĞİ, 1974, İstanbul, sahife: 38-39.
(35) M. Sadettin Bilginer, ALLAH VE İNSAN,1969, İstanbul, sahife: 67. Yusuf Ziya İnan, SIFAT BİRLİĞİ, 1971,İstanbul, sahife: 39/40.
(36) Yusuf Ziya İnan, Seyyid'ül Melâmi Muhammed Nur'ül Arabi (hayatı, şahsiyeti, eserleri) 1971, İstanbul, sahife: 64.
(37) Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, 1930,İstanbul, sahife: 255.
(38) Yusuf Ziya İnan: Seyyid'ül Melâmi Muhammed Nur'ül Arabi (hayatı, şahsiyeti, eserleri) 1971, İstanbul, sahife: 57/58.
(39) Aynı eser, sahife: 58.
(40) Seyyit Hace Muhammed Nur'ül Arabi, ŞERHİ NUTKU İMAMI ALİ, kitaplığımızda bulunan ve Ali Örfi efendi tarafından takriz edilen nüshadan.
(41) Seyyit Hace Muhammed Nur'ül Arabi, RİSALE-İ SÜLUKU HAKİKAT, kitaplığımızda ki orjinal nüshadan. Yusuf Ziya İnan, MELÂMET,1975, sahife: 94.
(42) Seyyit Hace Muhammed Nur'ül Arabi, DAİRETÜL VÜCUD Fİ BEYANİL MAKAMÜL MAHMUD, kitaplığımızda bulunan ve Ali Örfi efendinin takriz ettiği orjinal nüshasından. Sahife: 382-383.
(43) Aynı eser. Sahife: 383.
(43/1) Yusuf Ziya İnan - SEYYİDÜL MELÂMİ MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ (Hayatı, şahsiyeti, eserleri), İstanbul, 1971, sahife: 60. Seyyit Muhammed Nur'ül Arabi'nin (İHSANÜL RAHMAN ŞERHİ)'NDEN
(44) Seyyit Hace Muhammed Nur'ül Arabi, İhsanül Rahman şerhi. Yusuf Ziya İnan, Seyyidül Melâmi Muhammed Nur'ül Arabi (Hayatı, şahsiyeti, eserleri) 1971, İstanbul, sahife: 60.
(45) BAKARA SURESİ, ayeti kerime: 30, mealen manası: Ya MUHAMMED, hani Rabbin Meleklere: Ben muhakkak yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti.
(46) Bakara suresi, ayeti kerime: 30/2, meali: Ya Rabbena, yeryüzünde bozgunculuk edecek, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın? Dediler. Halbuki biz seni hamdinle tesbih ve takdis ediyoruz.
(47) Bakara suresi, ayeti kerime, 30/son, meali: Allah Teala: Sizin bilmediğiniz şeyi ben bilirim dedi.
(48) Bakara suresi, ayeti kerime: 31/1, meali: Ademi yarattıktan sonra bütün eşyanın isimlerini ona öğretti.
(49) Bakara suresi, ayeti kerime: 31/2,3, Meali: Sonra o eşyayı Meleklere gösterdi. Bu eşyanın isimlerini bana bildirin, eğer sadıklar iseniz, dedi.
(50) Bakara suresi, ayeti kerime: 32/1,2, Meali: Melekler acz ve kusurlarını itiraf ettiler. Dediler ki: Ya Rabbena, seni her şeyden tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden gayrı,bizim hiç bir bilgimiz yoktur. Sen o alimsin ki, sana hiç bir şey gizli kalmaz, Hakimsin ki, her fiilin hikmete uygundur.
(51) Bakara suresi, ayeti kerime: 33/1, Meali: Allah: Ya Âdem, meleklere eşyanın isimlerini bildir, dedi. O da onlara, emredildiği üzere bildirdi.
(52) BAKARA SURESİ, ayeti kerime: 34, Meali: Ve o vakit Meleklere: Adem'e secde edin, diye emrettik. Melekler hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, secde etmeyi kibrine yediremedi.Zaten kafirlerdendi.
(53) Bakara suresi, ayeti kerime: 35, meali: dediler ki: Ya Adem, sen ve eşin cenneti mesken edin. İkinizde cennette dilediğiniz vakit, dilediğiniz yerde, dilediğiniz gibi bol bol yeyin.
(54) Bakara suresi, ayeti kerime: 36, meali: İkisini de Şeytan cennetten ayırmaya sebep oldu. Bulundukları nimetten çıkardı. Bizde: birbirinizin düşmanı olduğunuz halde inin, yeryüzünde sizin için bir vakte kadar kalmak ve geçinmek vardır dedik.
(55) Bakara suresi, ayeti kerime: 37, meali: Adem Aleyhisselâm Rabbinden bir takım kelimeler telakki etti ve alıp hıfzetti. Bu kelimelerle de yalvardı. Bu sebeple Allah tevbesini kabul etti ve Rahmetle ona rücu ettti. Allah teala kullarına mağfiretle rücu edicidir. Rahmeti geniştir. Tevvab ve Rahimdir.
(56) Bakara suresi, ayeti kerime: 38, meali: dedik ki: Hepiniz yeryüzüne inin. Ne zaman benden size bir hidayet: Kitap, Peygamber ve şeriat gelir de, kim bu hidayetime tabi olursa, onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar. BAKARA SURESİ, ayeti kerime: 39, Meali: Kafir olup ayetlerimizi tezkip edenler ise cehennemliktir. Ateşten çıkmazlar ve daim orada kalırlar.
(57) Seyyit Hace Muhammed Nur'ül Arabi, RİSALE-İ FİT TASAVVUF, kitaplığımızdaki özel orjinal nüshadan, sahife: 193/194.
  
 
 
İslâm'da Melâmiliğin Tarihi Gelişimi
İstanbul / 1976
Yusuf Ziya İNAN