Hakk'ı İstersen Yürü İnsan'a Bak

- VI - SEYYİD HACE MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ'DE MEFHUMLAR‏‏‏‏‏‏

 

 

- VI -

SEYYİD HACE MUHAMMED NUR'ÜL

ARABİ'DE MEFHUMLAR

 

   1 - Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'de vahdeti vücud.

 

      Seyyidin vahdeti vücuda kail olduğunu söylemek ne kadar mümkün ise, O'nun vahdet anlayışına yenilik getirdiği ve vahdeti vücud anlamındaki yanlış anlamalar üzerinde ısrarla durduğu ve ahkamı muhammediyi büyük bir sevgi ve saygı ile koruduğu da o kadar gerçek ve o derecede doğru bir yargıdır. Seyyidin en çok etkilendiği kişi sanırım ki Şeyh'ül Ekber Muhiddin'i Arabidir. Ve Şeyh'ül Ekberin dediği gibi tasavvuf ve tevhid yolunda insanlar üç tavır üzerindedir. 1. Özbeöz batıni olur veya

2. Özbeöz zahiridir yada 3. Şeriate ayak uydurur. Şeyh'ül Ekber'e göre özbeöz batıni olanlar tevhidin tecrit edilmesine, yani mücerret hale getirilmesine neden ve kail olurlar ki, sonucu şeriat hükümlerini işlemez hale getirir ve kişi Allah'ın irade ettiği şeylerden yüz çevirir. Dini akidelerin yıkılmasına yol açan ve kötülüğü mübah kılan bu anlayış ve idrake karşı koyan Şeyh'ül Ekber, sırf bu nedenlerle BATINILİĞİ RED EDER. Keza Şeyh'ül Ekber zahiriliğe de karşıdır. Çünkü tecsim ve teşbihe yani Allah'ı bir cisim zannetmeye veya Allah'ı başka varlıklara benzetmeye yol açar. Bu da dini yönden küfür ve şirktir ve Şeyh'ül Ekber de zahiriliğe karşıdır. Muhiddin'i Arabi'nin üçüncü yol veya üçüncü tavır olarak tavsif ettiği hale gelince: Bu hal şeriate bağlılık ve hikmet üzere olmaktır. Bu yol EHLİ SÜNNET yoludur ve Şeyh'ül Ekber bu yolun saadet ve kurtuluş yolu olduğunu söyler. (19) Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'nin Şeyh'ül Ekber'e bağlılığı o derece ileridir ki:

   << Muhiddinle Bedreddin ettiler ihyaı din >> sözünü söylemekten çekinmemiştir.Nitekim eserleri ve yaşamı tetkik edildiğinde görülür ki, Seyyid hazretleri hayatı boyunca şeriate ve ahkâmı Muhammediye bağlı kalmış, namaz ve erkân'a saygı duymuş; naormal namazlar dışında daima nafile ve şükür namazı kılmış; oruç tuutumuş, riyazat yapmıştır. Söz ve hareketlerinde sünneti Peygamberiye ile tam bir uyum vardır. Bu bakımdan kendisi Muhiddin'i Arabi'nin bahsettiği üçüncü tavırda olan bir yüce varlıktır.

   Muhiddin'i Arabi, idealin şeriate uygunluk ve hikmetle müzeyyen olmaktan ibaret bulunduğunu kabul eder ve ilme son derece önem verirdi. O'nun yolunda giden Seyyid Hace Muhammed Nur da aynı şekilde ilma büyük değer verir ve tasavvufu felsefi bir sistem içinde adeta yeniden kurar.

   Seyyid Muhammed Nurda derin bir ilim sevgisi ve ilmi yetenek açık seçiktir. Hayatının her anını ilim süsler ve tevhid yolunda olduğu o değerli ömrü boyunca da hep ilmi telkin ve ilmi zikreder. Çünkü o da bilir ki, bütün zikredilenler akıl hükmüne göredir. Ve fikir insanlara mahsus kuvvetlerden sadece birisidir. Ancak bu özellikler bir yerde insanı da simgeler. Çünkü akıl ve fikir yalnız insana mahsustur ve insana Allah'ın bir keremi ve rahmetidir. Onun içindir ki Seyyid tüm tevhid mertebelerini tarif buyururken daima (İlim kuvvasıyle) sözünü kullanır.O'nun vahdeti vücud inanışı akli ve ilmi gerçekleri görmesine mani değildir ve tıpkı Muhiddin'i Arabi gibi o da, ilme ve akla en büyük değeri verirken öte yanda kalbi tuluata da büyük bir yaakınlık duyar ve labden gelen varidatın akılla varılan gerçeklerden daha doğru olduğunu söylemekten çekinmez. Zira bütün İslâm velilerinde müşterek olan bir yön: realite ile verité arasındaki ilişkileri ve gerçeği bilmekteki üstün nitelikleridir. Onları Batı düşünürleri ve filozoflarından ayıran özellik ilimdem hale, akıldan gönüle geçebilme hünerleridir.

   İnsanlık bu gizli sırrı anlayamaz. çünkü anlıyan susmakta ve sır daima perdeler gerisinde kalmaktadır.Tasavvufun da güzelliği bu anlatılmayan haldir. Onun için vahdeti vücud, çok veli tarafından yasaklanmış, halka anlatılması istenmemiştir.Muhiddin'i Arabi, hikmetin cahil halka anlatılamıyacağı gerçeğini savunurken Seyyid Ahmed el - RIFÂÎ vahdetten söz etmeyi tamamen yasaklamıştır. Aynı tavır, Seyyid Muhammed Nur da da vardır. Kendileri bir akşam çok müteessir bir halde hane-i saadetlerine dönmüşlerdi. Bu teessürü gören eşi, O'na, neden müteessir ve üzgün olduğunu sorunca, şu cevabı aldı: << Ey hanımım, ben üzgün olmayayım da kim olsun? Biraz önce İhvanın kahve köşelerinde konuştuklarını işittim. Ben onlara sırrı Nebi verdim, onu gizlemeleri gerekirken kahve köşelerinde dağıtıp durmadalar.>>

   Meâlen söyledikleri bunlardı amma şüphesiz ki kendi dilinde çok daha zarif, şiddetli ve hikmetli söylenmiş olduğundan hiç şübhem yok. Ne var ki önemli olan söz değil, söz ile anlatılmak istenen hakikattır. Seyyid Muhammed Nur Hazretleri tevhid ve vahdet üzerinde gelişi güzel konuşulmasını, tevhidin her yerde ulu orta anlatılmasını istemiyorde. Bu da onun sünneti Peygamberiye olan bağlılığı ve hikmet konusundaki anlayışından ileri geliyordu.

   Seyyid'in vahdeti vücud anlayışı, söylediğim gibi Muhiddin'i Arabi ekolündekinden ayrı değildir ve her konuda tıpkı Muhiddin'i Arabi gibi düşünmektedir. Nitekim felsefeyi inkar etmemesi, ilme değer vermesi, kerameti ilmiye asrıdır diyerek kerameti kevniyeyi kural olarak kabul etmemesi, akıl ve fikre verdiği yer hep Muhiddin'i Arabi'nin anlayışından doğan, O'nun etkisini saptayan kurallardır. Varidat şerhinde söylediği şu sözler, bize Muhiddin'i Arabi'yi hatırlatmaz mı?

   Seyyid: <> diyor. (20)

   Vahdeti Vücudu anlamak çok zor. Bunu en güzel ifade eden HASAN LÜTFİ ŞUŞUD:

   << - Biz panteist değiliz. Vahdeti vücud panteizm değildir... Allah birdir, birden başka yegane olan birdir... Siva paralelden gelir. Bir bakışta hem var, hem yoku görmektir vahdet.>> derken bize panteizmin bir düşünce, vahdeti vücudun ise bir anlayış, yaşamla beraber olan bir inanç olduğunu ispatlar.

   Vahdeti Vücud anlaşılamadığı, bu yüksek inanç ve tefekkürü idrak çok zor olduğu ve sözden öz'e ait bir keyfiyeti ifade eylediği için vahdeti vücudu panteizm ile karıştırırlar. Panteizm Allah'ı dünya ile özleştiren bir felsefe sistemidir. Panteizmde Tanrı kavramı dünya ve madde ile birlikte düşünülür ve vahdeti vücudçular da Hakk'ın vücudundan başka vücud kabul etmedikleri için ikisinin de aynı anlama geldiği sanılır. (21) Oysa vahdeti vücud, panteizm değildir, bir idrak halidir ve EHADİYETİ ihtiva eder. Bir matematik profesörü ile yaptığımız bir sohbette tabiatı Allah olarak gördüğünü ve bunun vahdeti vücud olduğunu söylemişlerdi. Ben de kendilerine şunu sordum: << Üstad, tüm rakamlar hangi rakamdan türer? >> dedim. Cevaben: << Bir'den türer >> dedi. Bu kerre kendisine BİR rakamının nerede olduğunu sordum. Yani kare kökü üzerinde durmak suretiyle birin kare kökü birdir gerçeğine değindikten sonra, hocaya, mesela 10 ya da 100 veya daha büyük bir rakamdaneden kare kökü içinde bir olmadığını sorunca, çok zeki ve kültürlü bir kişi olan hoca, bir rakamının hiç bir rakamda olmadığını, sadece birin kare kökünün bir olduğunu teslim ve ifade ettiler. O zaman kendilerine vahdet anlayışımızı şu şekilde ifade ettik:

   Bütün rakamlar bir'den türer, amma hiç bir rakamda bir yoktur. Bütün varlık da Allah'dandır amma Allah hiç bir esmada yoktur. Allah bu görünen değil, bu görüntüyü var eden kayyumiyyet halidir. Ve bu nedenle Peygamber: << Mümin gayba iman edendir >> buyurdu.

   Madde ile Allah'ı birleştirmek iki ayrı varlık kabul etmektir. Kul ve Rabb'ı ayrı ayrı düşünmek şirktir ve bu sebeple İsmail Hakkı hazretleri: <> dedi. Büyük mutasavvuf gavs'ül azam Seyyid ABDÜLKADİRİ GEYLÂNİ: << Alimin şeytanı, alem-i mülktür; Arifin şeytanıalem-i Melekuttur; Vakıf'ın şeytanı alemi Ceberruttur; bunlardan geçmeyen herkes indimizde merduttur >> diyorlar ki bundan büyük vahdeti vücud tarifi olur mu? Ancak bu sözlerdeki ilahi hikmeti anlamak için İHLAS Suresini bilmek, idrak etmek ve onunla hal olmak gerekir, felsefe yapmak değil.

   Bu bakımdan vahdeti vücudu iyi anlamak gerek. Onun bir felsefe olmadığını, sadece maddeyi Tanrılaştırma anlamına gelmediğini, madde ve mana birliğinin panteizm olamayacağını, fena ve beka, ehadiyet ve vahidiyet hakkında bir hal ve idrakimiz olmadıkça, velilerin sözlerini maazallah yanlış anlayıp küfr ve şirk'e düşüleceğinihatırlatarak Seyyid Muhammed Nur hazretlerinin tevhid ve vahdet hakkındaki görüşleri üzerinde duralım:

   Seyyid Hace Muhammed Nur'un halifelerinden Hacı Faik bey'in bazı suallerine vermiş olduğu cevaplar, vahdeti vücud, tevhid ve varlık hakkındaki görüş ve sistemini yansıttığı için bir nebze bu eser üzerinde durarak bazı cevapları naklediyoruz.

   << - Hakikat vücudu vacibin zıddı dendi. Ve misali yoktur. Fiylhakika, cümle mevcudat O'dur. O kendi zatıyle kaim ve mevcuttur, diyorlar. Bu akval umum ehlullahın sözü ve makbulüdür. Zira bunu balada meşkur olan ayat-ı ilahiye ile cenabı Hak beyan eylemiştir. (Kulhüvallahü ehad, Allahüssamed, lemyelid ve lem yüled ve lem yekünlehüküfüven ehad... Leyseki mislehü şey'en ve hüve semiül basir... Hüvel evveli vel ahirü vel zahirü vel batın ve hüve bikülli şeyün alim... küllü şeyün halikün illa veche. )

   Vücudu vacib demek kendi zatıyle kaim ve mevcuttur, demektir. Bu akval hakikatını bilmek badelfena makamı cem zevkine nail olanlara mahsustur. Çünkü bu makamda kesret, vahdet meşhut olur. Binaenaleyh zıt ve misli yoktur. Zira kesret itibarında tasarruf olunur. Makamı vahdette tasarruf olunmaz. Bu makamat evliyaullahı görmeyenler Hak ile Halk nedir, hakkat vechiyle bilemeyip Allahü Teala'yı mevcud, makul, Halkı mevcud ve mahsus zan ederler. Ondan ötürü bu kavli tasdikleri tahkiki değil, imanidir. Onun için seyri süluk ederek makamatı fenayı, fenafillahı zevk edemeyen zahiriyyun bu kavli cebreb tasdik edecek olurca ayatı ilahiye mantıkunu ispat eder. Lakin tahkikatı olmaz. Her hal de seyri süluk'a muhtaçtır. Malum ola ki, bu mevcud meselesinde akval pek çoktur. Ezcümle vücud, sıfattan maduttur. Amma sıfatı zatiye olduğundan umum ehli sünnet lisanında dahi kılınır. Vücud mevcudun aynı veya gayrı olduğunda ihtilaf olunmuştur...... bazılarında ne gaybdır, ne gayrıdır... bunlara göre inkılap ve tagayyur olmaz., çünkü mütegayyır ve mütegallip için EMKİNE ve EZKİNE iktiza eder. Vahdette bunlar tasavvur edilmez. Nitekim farz olunsa ki Cenabı vacib ül vücud vücudunu çekse avalim için bir eser kalmaz. Su ile kar gibi... Su, vücudunu çekse avalim için bir eser kalmaz. Lâkin su karlıkla göründüğünde hüküm başka olur. Yani, kar ile abdest alınmaz, belki teyemmüm caizdir. Bu da kar'ınvücudu müstakili olmadığındandır. İşte bundan münfeim olur ki, hükümdeki mugayirin vücuddaki mugayereti icab etmez. Vücud mevcudun ne aynıdır, ne gayrı diyenler, balada, basit beyan kılınan kessret dairesindendir... onlar zevk ve ilimlerinde gayır tabirleri şu müteayyin ve mütekessif görünen mevcudat suverlerinden gayriyettir. Yoksa vücud cihetinden mugayeret yoktur. Nefsil emirde gayriyet sabit olmaz. Onun için bu mevcudata şuunatı ilahiye denir. Şuunat ise, mevcud müstakil değildir ki vücudla anın arasında mugayeret olsun. Nitekim emracı ebhar (deniz) gibi. Gerçi müteferrit yekdiğerine müteasıl görünür amma kâffesi bir bahirdir.>> (22) diyor ki bu açıklamalar ve tahliller vahdeti vücudun esasına talluk eder. Ne var ki Seyyid hazretleritüm gerçeklerin mertebelere göre değiştiğine kaildir ve her tavrın bir hakikatı olduğunu açıkça söyler. Nitekim aynı risalenin devamında: << ... bu güruhun gözleri dahi şaşı bakar. Yani bir'i iki görürler. İçlerinden bazıları bu hal üzere olduğuna vakıf olmakla beraber imdad-ı ruhaniyet-i Muhammediye sallallahü aleyhi ve sellem hazretleriyle şaye-i şevketsemat hazreti padişahide terakkisi ( ene fane meşhud basire ) cümle adem olan maarif sayesinde bir tabib-i kamil'e müracaat ederse bittdric illeti izale edip iki görmekten kurtulur. Ol vakit vahdet ve vahdette kesretin ne olduğunu fehmeder de inkılap ve tefsir-i teveccühle olup olmadığını anlar. Ve şiarı insaniyet olan kemal dairesine kadem basar. Zira insan cami olduğu kuvvasının mecmuuna hakim olmak lazımdır. Yoksa yalnız kuvva-i basirasına esir olmak seza değildir. Mevcudat müteayyin ve mütekeyyiftir. Ulyası mahlukat ile zahir ve onun zâtı kâffe-i sıfat ile muttasıl ve mukayyedtir diyorlar. Bu kavl, makamı kesret olan Haret'ül Cem ve Cem'ül Cem makamlarındandır ki bu makam sahiplerinin zevklerinde makul olan kesret meşhut; ve meşhut olan vahdet, batın olur. Hüvel evvel vel ahir, vel zahirü vel batın ve hüve biküllü şeyün alim ayeti celilesinin tefsirinde: Vezzahir fi mezahiril ekvan lîsıfati ve efali, ile tefsir olunmuştur... Vacibül vücud, Allahü azimüşşandır. Bazı kerre (abd) olur diyorlar. Bu kavilde fazla söz vardır o da (bazı kerre abd olur) sözüdür. Çünkü Allahü Teala hazretlerinin tecellisidir. Hak teala ise daima müncelidir. (Bazı kerre sözü) indi evliyaullahta merdut bir sözdür. Çünkü cenab-ı vacibül vücud her anda bir tecellidedir.>> der. (23) Bundan sonra Seyyid hazretlerinin risalesinde Vâkıflar, âlimler, kesret dairesinde olanlardan söz edilmekte ve vahdet zevkinin meratibe tabi olduğu anlatılmaktadır. (24) Demek oluyor ki vahdeti vücud asıl olmakla beraber Seyyid mertebeler ve beşeri kavramlar üzerinde durmakta, insanı idrak ve bakışına göre değerlendirmektedir. Bunu yaparken de şüphesiz ki büyük hakikatlerin ve vahdeti vücudun zayıf yaratılmış insanları şaşırtmaması gayesi ile hareket etmektedir. Çünkü her şeyde asıl olan insandır ve her şey insana yönelik, insan içindir.

   Kanımca Seyyid hazretleri vahdeti vücud temel görüşünü ehli sünnet anlayışı ilebağdaştırmak emelinde ve Arabi ile İmam Rabbani arasında zahirde görünen ayrılığın bir meratib ve tavır farkı olduğunu saptamak istemektedir. Zira insan beşer kisvesinde ahkamla, dünya kanunlarıyle, sosyal kurallara bağımlıdır ve kendi ortamında ancak bazı şartlarla yaşama imkanına sahiptir. Varlığın kuralı bu olunca vahdeti vücudun birlik inancını bir idrak halinde yaşamak, fakat bunu hayata uygulamadan hayat yapmak gerekir. O da tevhid ve vahdeti insan sevgisi ve insana hizmetle simgelemek, şuhudi bir idrake varmak ve hayatı olduğu gibi kabul ve ahlaki düzeni içinde devam ettirmektir. Ancak o zaman çelişki kalkar ve gerçek aydınlanır.  Ve bu sınırlama ile diyebiliriz ki: Seyyid Muhammed Nur gerçekten samimi ve müçtehit bir vahdeti vücudçudur, Ahkam ve şuhud ile birlikte...

   Allah'ın sadıkları gayrı görmez, hep Hak görür. Ancak bu hale ermenin yolları eğitimi vardır. Seyyid, meratibini ikmal etmemiş kişinin vahdeti vücudu anlamayacağına kaildir ve onlara vahdetten bahsedilmez. Zira vahdet bir haldir, duygudur, bilgi değildir, panteizm değildir. Bu bakımdan vahdeti vücud anlayışını felsefe veya bilgi olarak mütalaadan kaçınmak gerekir ve bunu bir din kuralı olarak ortalıkta konuşmak yanlıştır; kişiyi şaşırtır ve şirk'e düşürür. Onun için irfan tahsil etmeden vahdet anlaşılmaz ve vahdet ehli irfan ehlidir. Onlar ise sadıklardandır, ayrı görmezler, her nereye nazar etseler Hakk'ı müşahade ederler. Seyyid diyor ki: << ... Seyri süluk hikmetiyle tevhidi zata vasıl olunca fenayı tam olur. O halde iradeti ve kendinde zahir olan cemi sıfat ve müessireyi, Hak teala hazretlerine nisbet eder. Kendinde birşey görmadiği gibi nisbet dahi etmez...... Sadık gayrullah görmediğinden dayanması Hakk'tan gayriye yoktur. Arifin kendiliğinden havl ve kuvvet ve ihtiyar ve kudret ve hareketi yoktur. Kâffesi Hakk'ın olduğunu müşahade eder.... Tecelliyatın zuhuru olur, vücudu olmaz.>> (25). Çünkü Hakk'ın vücudundan başka vücud yoktur.

   Salatı usbuiyye şerhinde uzun uzun vahdeti vücud açıklamaları vardır. İnsanın Hakk'ın zuhuru olduğuna işaret eder ve bu şekilde insan gerçekten kutsallaşır. Üstad Abdülbaki Gölpınarlı: Seyyidin müfrit bir vahdeti vücudçu olduğunda ısrar eder ise de bendeniz üstadın bu fikrine katılamıyorum. Her ne kadar VARİDAT ŞERHİ ve diğer risalelerindevahdeti vücuda inandığını açıkça söylemiş ve vahdeti vücudu tarif etmiş ise de  bunun nedeni vahdeti vücudun tek gerçek olduğunu kanıtlamaktır ancak hayatın gerçekleri ile büyük hakikat arasında bir ahenk sağlamanın zorunluluğunu kabule mecburuz. Ahkamsızlık veya kayıttan çıkmak beşer varlığımıza ters düşer ve bunu gören Seyyid vahdeti vücudu şuhudi zevk ile birleştirir ve mevcudu gayb ile izah eder. Böylece insanların hataya düşmelerini önlemiş olur. Çünkü O'nun meşreb ve mesleği kendi deyimi ile (TARİKİ MUHABBET'tir). İhsan'ül Rahman şerhinde: << ... yol ve tarikatımız tarik-i muhabbettir. Tariki amel değildir. Ve fenafillahtır. Bakibinefs değildir. Yani tarikatımız tevidi muhabbettir >> buyuruyor. (26)

   Onun eserleri üzerinde durulunca bir gerçek ortaya çıkar. Şöyle ki:

   1 - Tanrı hakikatı vahdet'i vücudtur. Fakat bu sırrendir, zahiren değildir.

   2 - Vahdeti vücud panteizm değildir. Bir inanç ve yaşamdır, haldir, tavırdır. Açıklanması, izahı hatalara ve yanılgılara sebep olur.

   3 - Vücud ve varlık Hakk'ındır. Ve bu alemde ittihad yoktur. İsmail Hakkı hazretlerinin dediği gibi: Vahdet abd ve Rabbın ittihadı değildir. Zira abd ve Rab ikilikteki bir idraktir. Hakikatte Hakk'tan başka hiç bir şey yoktur. Her şey yok olur, yalnız Hakk'ın vücudu bakidir.

   4 - Hakikatte görünen varlığa Hak demek kişiyi şaşırtır ve suretperest yapar. Oysa ki Hak baki, görünen fanidir. hak gerçektir, görünmez. görünen zuhurdur ve fanidir. İkisini bir arada görmek, yok ve varı bir anda ve birlikte zevk etmek gerekir ki kişi kemal bulsun.

   5 - İnsan ahlaki bir sujedir,ahkamla mukayyettir. Onu kayıttan çıkarmak asli görevini inkar anlamına gelir. Bu bakımdan ahkam ve ahlakımıza etki yapacak hiç bir şey söylenmemelidir. Muhiddin'i Arabi bu bakımdan vahdetin cahillere anlatılmasını yasaklamış, bu nedenle Ahmet el-Rifai hazretleri öğrencilerine vahdetten bahsetmelerini şiddetle men etmiştir.

   6 - Hikmetle düşünmek, fakat şeriatle yaşamakehli sünnet ve ehli hakikatın tek düsturudur. Bu kuraldan ayrılmamak gerekir ve onun içindir ki vahdet, şuhud edilir, idrak edilir. Bu ise varlığın yok, yokluğun gerçek varlık olduğu bilinci ve haline ulaşmayı zorunlu kılar.

   Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'nin vahdeti vücudçuluğu ehli sünnetin şartları ile mukayyet ve ilahi emre tabiiyetle mümkündür. Onun yaşamında vahdeti vücud bir idrak ve ilahi bir tavırdır, bilgi ile öğrenilmez. Ancak bilgisiz insan bu tavrı asla idrak edemez. Onun için vahdet ilmen anlatılır, öğretilir, fakat hale inkılap etmeden anlaşılmaz ve bilinmez.

   Varidat şerhinde buyurdu ki: << O'nun vücudundan başka vücud yoktur. Ancak odur ki zuhur edip suveri hakayikle suretlendi ve bu suretle Hak Teala'nın vücuduyle hakayiki ilmiyenin suretleri olan eşhas zahir oldu. Zuhurda hulul ve ittihad yoktur.>> (27)

   Bu sözlerde gizli olan hikmet vahdet esrarıdır, yani tevhid ehli şirk ve küfre düşmez. Varlık ve Hak hakkında fikri olduğu gibi onu bizzat içinde yaşar ve bilir ki, hayatın tek kanunu idraktir, bilimdir, haldir. Her şey bir tarif içindir ve her şeyin gerçeği iki vechelidir. Bir yüzü HAKİKAT, bir yüzü de SURET'tir. Suretin bu naddi alemdeki görev ve kuralları ne ise onu yerine getirmek zorundadır. Hakikat-ı insaniye ise yüksek hikmetle meşguldür ve insanı aramamıza nedendir. Onun için arifler, Seyyide göre, o kişilerdir ki, içlerinde huzur dışlarında da itibar teessüs etmiş, bu âlemde ilahi ahengi sağlamışlardır. Onlarda artık araz ve kusur örtüleri yanmıştır; varlıkları Hakk'ın varlığı olmuş, vücud saltanatının ENE'sinden BENLİK'ten kurtulmuşlardır. Çünkü onlar varlık dediğimiz görünenin kar misali olduğunu anlamış kişilerdir. Seyyid bunların vahdet ehli olduğuna işaret ederken bize vahdeti vücuduonlarla, o idrakle sunar. Aksi halde Seyyid'ten vahdet sözü çıkmaz. Her şey yerinde ve zamanında güzel ve haktır. Doğruluğun simgesi de bu yerinde olmaktan ibarettir. Taş yerinde ağırdır sözü heryerde geçerli ve her zaman bir hakikatın ifadesi olmaktadır. Bu bakımdan Seyyid hazretleri vahdeti vücudu arifler için düşünür ve tevhid sözlerinin kahve muhabbeti olmadığına inanır. Onun içindir ki Seyyid, eserlerini bastırmayı değil, ehline vermeyi gaye edinmiştir. Bu sebeple çok az eseri basılmıştır.

   Seyyid Muhammed Nur'ül Arabinin vahdeti vücud hakkındaki görüşlerini Hazreti Ali'nin nutkunu şerh ederken söylediği sözlere bağlamak herhalde en ilmi tertip olacaktır:

   << ... Kar'ın vücudu suyun vücududur, başka vücudu yoktur. Halk dahi böyledir. Vücudları Hakk'ın vücududur, müstakil vücudları yoktur... Zahir olan kar, su gibidir...

yani hakikatte ve nefsil emirde kar, suyun vücududur. Ancak su soğuk hava ile kar suretinde görünür. Su namı gizlenip kar namı zahir olur. Nefsilemirde şeyi vahidtir.Halk olan şey cümlesi Hakk'ın zuhurudur. Her suretle cilveger olup ol cilvelerle HALK nam oldu. Nefsilemirde ZÂT-I İLAHİYE'den gayrı ZÂT yoktur. Cümle halk namıyle olan kendi cilvesi ve zuhurudur... kar ve su, ahkamı zahirede birbirine mugayirdirler. Zira su ile taharet olur, karile olmaz. Hatta kardan gayrı su bulunmaz ise ve kar'ı eritecek şey yok ise teyemmüm caizdir. Kar'ın vücudu teyemmüme mani olmaz. Lakin suyun vücudu mani olur. Ve bundan malum oldu ki, zahir seride kar'a su ıtlak etmezler. Zira kar'ın vücudu müstakili yoktur ki ona su ıtlak oluna... kezalik zahirde ve namda Hakk'ın cilvesi olan Halk, ZÂT-I HAKK'ın gayrıdır, zira Zât'tan gayrı ZÂT yoktur ki ona HAK ıtlak oluna. Velhasıl kar suyun mazharı ve sureti olduğu gibi HALK dahi HAKK'ın mazharı ve cilvesidir. Lakin HALK'a HAK olunmaz ve mağduma ıtlak olunmaz... Tevhidi efal,tevhidi sıfat, tevhidi zât ile  halk zahir ve fani badehu zât-ı Hak müşahade olunup Hak nazarıyle süluk ile halk fani ve Hak baki olduğunu müşahade kılınıp cümlesi Hak zahir olur. Velakin süluku tevhid olmaksızın HALK, HAK demek küfürdür.>> (28)

  

   2 - Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi'de idare ve ihtiyar meselesi.

 

  İrade ve ihtiyar konusunda Seyyid'in söyledikleri dikkatle tetkik edilirse onun cebriyeci olmadığı ve vahdeti vücud idrakinde nasıl ahkam ile sınırlı ise bu konuda da edeb-i Muhammedi ile mukayyet ve O'nun kutsal varlığına karşı son derece saygılı ve sevgilidir. Seyyid, günah ve sevabı karıştıran batıniliğe muhaliftir. Her fiili hakk'a vererek sorumluluktan kaçan cebriyeciliğin de karşısındadır. Tevhid eğitimi görmeyenlerin veya bu yolda olup sırrı açıklayanların tutumlarını KÜFÜR olarak kabul eden Seyyid hazretleri aynı zamanda mümtaz bir ahlakçı ve müdebbir bir din adamıdır. ŞERHİ NUTKU İMAMI ALİ'de buyurdu ki: << ... Halk'a HAK demek ve nazarlarında halkın vücudlarını var müşahade ve mülahaza etmek, maahaza, ıtlakleri mücerret küfürdür. Firavun'un( Ene Rabbikümül ala) demesi gibidir.>> (29)

   Seyyit efalimizden sorumlu olduğumuza da temas ederek İhsan'ül Rahman şerhinde şöyle der: << ... Muktezaya rıza göstermek farz değildir. Meselâ hakimin oğlu sirkat eylediği zaman, hakim, kaza-i ilahiyenin hükmüne razıdır. Amma muktezi olanda Allahü Teala kazasında razıdır. Amma muktezi olan şerre razı değildir.>> (30)

   Allah kafirin küfrünü ve zalimin zulmünü ve kulun kötülüğünü irade ve ihtiyar etmiş olamaz. Seyyit bu konuda hassastır ve şöyle buyurur: << Bu itikat, Allah'a cebir ve zulüm isnadını mutazammın bulunduğundan fasittir. Bu sureti izah, küfür vesairenin Allah'ın meşiyyet ve ihtiyarıyle olduğunu ve iktizayi zatiden ibaret olan istidattan gafleti muciptir. Halbuki istidat, muktezayi zati olup ilim, ona; irade, ilme; kudret de iradeye tabidir. Vücudu talip olan istidattır. Hakk'ın iradesi, istidada olan ilmine mutabıktır ki binnetice o şeyi kudertiyle izhar eyler. İtikadı sahih budur ki, Küfür vesaire, adbin istidadına tabi olan meşiyyetle zahir olur.>> (33)

   Seyyid Muhammed Nur, irade ve ihtiyar meselesinde insanları ikiye ayırarak mütalaa eder ki, bunlar, HALK ve ARİF'lerdir. Arifi billah için irade-i cüziye; halk için ise irade-i külliye söz konusu değildir. Meratib ve tevhid sisteminde hal ve tavrın önemine inanan Seyyidin bu ayrımı da idrak menzilleri ile ilgilidir. Ona göre:

   1 - Halk içinde irade-i cüziyye asıldır. İrade benliğin (ene'nin) tezahürü olmakla ceza ve mükafata muhataptır. Daima kötü ve fenaya müteveccih olabilir.
   2 - Nefsini ortadan kaldıran, efal sıfat ve vücudunu Hakk'a vererek FENAFİLLAH olan için irade-i cüziye yoktur. Zira O' o kada Hak ile beraberdir ki, hadisi kutside buyurulduğu gibi bir an gelir o kişinin kulağı, dili,eli Hak olur; ondan Hak işler. (32) Ve böyle bir insandan kötülük veya hata hiç bir zaman sadır olmaz,olamaz. Onda Hak zahirdir, Hak işler; Hak ise doğru yolu gösterir, doğruyu icra ve ika eder, doğruya iletir. Allah'ın zuhur mekanı insandır, insanı kamildir. Bu seviyeye eren kişi için Allah buyurdu: << Ben onu bir defa sevdimmi, artık, ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden birşey dilerse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim.>>
   Nefsini aşmış ve varlığını Hakk'a vererek Hakk'ın varlığı ile var olan yüce Peygamber NEBİİ MÜKERREM'e CENABI HAK,Kur'an'ı Kerim Enfal suresinde, şöyle hitap etti: << Attığında sen atmadın, lakin Allah attı.>> (33)
   Seyyit Muhammed Nur'un irade-i cüziyeye itirazı sorumluluğu kaldırmaya matuf değildir, o kendi halinin inikası olan idrakle irade-i külliye gerçeğini yansıtır konuşmalarında. Yoksa irade-i cüziyeyi red ve inkar etmez. Buna ait tipik bir olay da geçmiştir hayatında. Seyyidi çekemeyenler, kendisinden şikayetçi olurlar. İstanbul'a çağırılır.Şeyhül İslâm'ın huzurunda sorguya çekilmek ve din adamlarıyle konuyu tartışmak üzere İstanbul'a gelen Seyyit, Hükümdarın tensip ettiği şekilde şeyhülislâmın reisliğinde toplanan bir bilginler meclisi huzuruna çıkarılır. Bu mecliste cereyan eden olay ve konuşmalar Seyyidin irade-i cüziye ve irade-i külliye üzerinde neyi nasıl düşündüğünü açıkladığı cihetle biz de olayı aynen nakletmekle yetineceğiz:
   Seyyid'in İstanbul'a çağrıldığı devir Sultan Abdülmecit devridir. Abdülmecit, Osmanlı padişahları içinde kültürlü, bilgisi ve yenilik taraftarı hüviyetiyle özel bir yer işgal eder. 1848 yıllarında sarayında tiyatro temsilleri ve senfoni konserleri verdiren ileri görüşlü bir zat olan Abdülmecit, şeyhülislâmını çağırarak Seyyit Muhammed Nur'u konağında ağırlamasını, toplantının yapılacağı salonda kendisininde bulunacağını, fakat bunu kimsenin bilmemesi gerektiğini hatırlatarak irade ve isteğini açıklar. Gerçekten Şeyhül İslâm istendiği şekilde toplantıyı düzenler, kimseye padişahın toplantıda olacağını da söylemez. Yemekli ve tartışmalı geçecek bu toplantıya devrin bütün ileri gelen bilginleri çağrılmıştır. Seyyit Muhammed Nur'da toplantıdadır. Olayı anlatan Seyyidin halifesi HACI MAKSUD efendidir. Biz de, Hacı Maksud efendinin değerli eserlerini, düşüncelerini bizlere ileten aziz üstadım ve ağabeyim Sadettin Bilginer'in Allah ve İnsan isimli eserinden toplantının gelişini aynen alırken en gerçek ve en doğru şekli sunduğumuza inanıyoruz, zira Sadettin Bilginer aziz alim ve veli Hacı Maksud efendinin oğludur. Allah ve İnsanda olayın gelişimi şu şekilde anlatılır:
   << ... Söz Allah'ın sıfatlarından başlamış, sırasıyle kudret, hayat ve ilim gibi sıfatlardan sonra irade bahsine gelmiştir. Burada Seyyit:
   - Allah'ın bütün kemal sıfatları cüzide olsa vardır. Böyle olunca cüzi bir iradenin de insanda bulunması lazım gelir. Fakat huzurda bulunanlarda irade olmaz, der. Dinleyenler acaba bir misalle açıklayamazmısınız demeleri üzerine Seyyit bu kerre keşfini göstererek:
   - Bakınız, biz şu anda Padişahın huzurunda bulunuyoruz. Şahsi irademize malik değiliz. İrade onundur. Bize gel der, kalkıp geliriz. Çıkın derler, gideriz. Böylece şu anda irademize malik değiliz. Ne zaman huzur-u şahaneden çıkarız, o zaman irademize malik oluruz. Ehlullah ise her an Allah'ın huzurundadırlar. Bundan dolayı onlar iradelerine hiç bir an malik değillerdir, daima Allah'ın iradesiyle hareket ederler. Huzurdan ayrılmazlar ki iradelerine sahip olsunlar, demiştir. Padişah Abdülmecit, Seyyit Hace Muhammed Nur'un irade hususundaki bu açıklamasına hayran kalmış ve davet edildiği gibi incitilmeden memleketine dönmesini, Şeyh'ül İslâmına irade etmiştir. (34)
   Sadettin Bilginer bu arada iradenin tarifi üzerinde durur ve şöyle der:
   << - İrade birdir, bölünmez. Cüzi irade külli iradenin aynıdır. Sıfatı subutiyeden biri olan irade Allah'ın sıfatlarından biridir. Zira bu sıfatlar insanın kendisine ait olsaydı, mesela hayat sıfatına sahip olsaydı, ölmesini yahut yok olmasını hiç bir vakit istemezdi. İlim sıfatı da kendisinde olsaydı her şeyi bilmeyi ve hiç bir şeyde cahil olmamayı başarırdı. İrade ve kudret kendisinde olsaydı, her ne isterse ol demesiyle oluverirdi.>> (35)
   Bu olaydan sonra anlıyoruz ki, veliler her zaman Hakk'la beraberdir ve onlar için irade-i cüziye olmayıp, irade-i külliye vardır. Kendine benlik izafe eden kimseler için ise sadece irade-i cüziyeden bahsedilir ki, irade-i cüziyenin temelinde sorumluluk yatar ve kul'a teklif ve tekellüfat vardır yani irade-i cüziye, ilahi emir ve yasakları, ilahi teklifi mahiyetinde saklar.
   Seyyit Muhammed Nur kemale eren kimselerin vücudu olmadığını ve onda görülenin de vücudu Hakkani olduğunu beyan buyururken irade-i cüziyenin sözü edilemez. Amma kişi kendi varlığı ile hemhal olmuş ve ene'si içinde ise, onun da irade-i külliyeden bahsetmeye hakkı olamaz. Onun için Seyyit şöyle der: << Arifin zahirde ve batında, ağyarda hareketi yoktur; daima kudreti ilahi tahtında sakindir. Mefkudun dahi vücudu yoktur. O'nda görünen vücud, vücudu hakkanidir.>> (36)
   Seyyid'in kıdem ve ihtiyar hakkındaki risalesinden hülasaten Abdülbaki hocamızın kitabına aldığı şu bölüm dikkatle okunmalıdır:
   << Sual: Esbab içtima ettikte meşiyyet zarureten münbais olur dediniz ki suduri efal dahi zaruri olur ve ihtiyara münafi olup mezhebi hukema üzre tevcih olunur.
   Cevap: İhtiyar ile murad meşiyyeti mezkûre değildir kimüstelzimi vücup ola... Belki indettahkik ihtiyar ile mürad, içtimai esbab ile meşiyyeti mezkûre'nin husulü indinde masdarın suduri efal'e ilmidir. Masiyet sebebiyle emri ilâhiye muhalefet olundukta emr bilvasıta muhalefettir. Emri tekviniye muhalefet değildir. Pes emri meşiyyet haysiyetinden hiç bir ehat, işlediği fiilde Hakk'a muhalefet etmemiştir. Muhalefet emr bilvasıtaya olur.>> (37)
   Demek oluyor ki hiç bir varlık fiilinde Hakk'a muhalefet edemez, ancak fiilin hayırlısında ilahi rıza vardır, fena fiilde Hakk'ın rızası yoktur. Bütün mesele edeb-i Muhammedi ile zevk ve temaşa etme idrak ve seviyesinde olmaktır.
   Kişinin fiilinde irade-i cüziyenin yeri kabul edilmezse cebriyecilik olur, fiili Hakk'a nisbet edersek, sorumluluk nerede kaldı? Bu öyle ince bir konudur ki tefrik ve tahkikte çok dikkatli olmayı zorunlu kılar. Fiil Hakk'a nisbet edilir amma failin mazhar ve istidadı ile... Yani genelleme yapılmadıkça (fail Hak'tır) demek hatadır. Tüm fiiller Hakk'ındır, münferit fiilde mazharı ile birlikte düşünmek gerekli. Bu gerekçe varlığın farklılık kuralından neşet eder ve insan mahiyeti itibarıyle sorumluluk yüklü bir suje olduğundan, her hatasını kendinden bilmesi müminliğin de ilk şartıdır.
   Hazreti Ali (K.V.) nin efal ve irade konusunda yaptığı bir açıklama, bize fiillerimizin irade-i cüziyeye tabi olduğunu kanıtlar. Hazreti Ali, fail Haktır gerçeğini, mazhariyet ve istidat ile birlikte düşünmekte ve fiilin, çıktığı esma ve mazharın rengini taşıdığını kabul etmektedir.
 
Devamı Altta >>>>